Tam yirmi beş yıl oldu. 2 Temmuz 1993 te Sıvas’ta Pir Sultan Abdal’ı anma şenlikleri için yüzlerce aydın, sanatçı, bilim insanı ve Alevi kanaat önderleri bir araya gelmiş ve provokasyonlar sonucunda onbeş yirmi bin kişilik bir barbarlar güruhu, onların kaldığı Madımak oteli etrafında önce her türle hakaret ve aşağılama ile protesto etmişler, daha sonra da oteli içindekilerle birlikte yakmışlardı. Otuz üç kişinin yanarak can verdiği bu olay, bu toprakların tarihine kap kara bir leke olarak geçmiştir.
Madımak yangını Anadolu toprağında ne ilkti, ne de son oldu. Osmanlı döneminde Yavuz ve Kanuni dönemlerinden beri Aleviler hep kırıma, hep sürgüne, hep yok edilmeye tabi tutulmuşlardır. Güya laikliğin esas alındığı Cumhuriyet döneminde de aynı zihniyet devam etmiştir. Karanlık odaklar, kimi zaman devlete rağmen çoğu zaman devleti arkalarına alarak kendinden olmayanlara karşı hep aynı yolu izlemişlerdir.
1915’te Ermenilere ve Süryanilere yapılanlar, Kubilay olayı ve daha sonra gayrı müslimlere karşı girişilen olaylar, 6-7 Eylül 1955 olayları hep bu kendinden olmayanı yok etme arzusunun sonucudur.
1966 Köyceğiz/Ortaca, 1967 Elbistan, daha sonra Pazarcık, Malatya ve 1978’de 111 kişinin ölümüne yol açan Maraş katliamını iki yıl sonra elliden fazla cana mal olan Çorum olayları izlemiştir. Devlet bu olayları hep küçümsemiş, zaman zaman görmezden gelmiş, katillerin, canilerin sırtını sıvazlamıştır.
Maraş olaylarının bir numaralı sanığı, soruşturma aşamasındaki bir hata(!)dan dolayı beraet etmiş, sonradan milletvekili olmuştur. Dönemin İçişleri Bakanı, olayın solcular tarafından çıkarıldığını söylemiştir.
Madımak’ta dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, olayı adeta basit bir kavga gibi değerlendirerek bir yandan toplumsal yanını görmezden gelmiş, öte yandan “halkımla polisi karşı karşıya getirmem” diyerek güvenlik güçlerinin seyirci kalmasına yol açmıştır.
Dönemin Sıvas Belediye Başkanı ve 24 Haziran seçimlerinde muhaliflerin gözdesi olma başarısını gösteren Temel Karamollaoğlu’nun zabıta memurları kışkırtmada bulunmuşlar, yangını söndürmek ve içerdekileri kurtarmak için uğraşan itfaiyeciler, işlerini yapacaklarına, merdivendeki Aziz Nesin’e dayak atma yarışına girmişlerdir.Peki bütün bunlardan sonra ne oldu, katillere, canilere ne ceza verildi? Kocaman bir hiç desek yeridir.
12 Mart faşizmi döneminde üç fidana, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’a verilen idam cezasına iki elini kaldırıp mecliste onay verenler, 12 Eylül faşizminin on yedi yaşındaki çocuğun yaşını büyüterek idam eden yargı, Sıvas’ta, Maraş’ta ve Alevilere, Kürtlere karşı işlenen suçlarda bayağı şefkatli davranmıştır. Gerçi elli yılı aşan hukukçuluk hayatımda idam cezasını hep çağdışı ve kabul edilemez bulmuşumdur ama bu davalarda verilen, daha doğrusu verilmeyen cezalar da vicdanları isyan ettirecek niteliktedir.
Madımak olaylarının Avukatı, bu iktidarın selefi Erbakan dönemimin Adalet Bakanı Şevket Kazan’dır.
Davalar, hiçbir zaman devletin ve ulusun bütünlüğüne karşı işlenmiş suçlar olarak ele alınmamış, hep birer adi zabıta olayı olarak değerlendirilmişlerdir.
Kaçan sanıklar yurt içinde ve dışında yıllarca elini kolunu sallayarak dolaşmışlar, Sıvas’ta yirmi beş yıl polis karakolunun yakınında oturan bir sanık, dava zamanaşımına uğratıldıktan sonra meydana çıkmıştır. Halbuki artık kanunlarımız bile bu tür insanlığa karşı suçları, nefret suçlarını artık farklı değerlendirmektedir. Bu tür suçlarda hiç bir zaman zaman aşımı söz konusu olamaz. Evrensel hukukun gereği budur… Gel gör ki düşüncelerini açıklamaktan başka hiçbir suçu olmayanları terörle bağlantılandırarak en ağı cezalara çarptıran iktidar ve onun en önemli destekçisi Bahçeli, oluk oluk aydın kanı akıtmaktan dem vuran, cezaevinden dışarıdaki gazetecilere ölüm tehditleri yağdıranların affı yolunda çalışmaktalar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sıvas davası mahkumlarından tahliye edilenlere “hayırlı olsun” demiştir. Aynı Sayın Erdoğan kendisine muhalif olanlardan tutuklananların tüm aile fertleri işsizlikle, açlıkla karşı karşıya kalırken Sıvas sanığının çocuğu için “bu çocuğun ne günahı var, baba hasreti çekiyor” anlamında konuşmakta beis görmemiştir.
Bütün bu dışlayıcı, kendinden olmayanı yok etme çabaları, devlete hakim olanlarca içten içe bir hoşgörü ile karşılanmaktadır. Bu olayların kınanmaması, cezalandırılması yolunda gerekli adımların atılmaması, her zaman tekrarlanabileceği sonucuna götürmektedir bizi. Bu da Türkiye’nin bütünlüğünden yana olanlarda derin kaygıya yol açmaktadır.
Yine de umutlarımızı diri tutmaya çalışıyoruz. Selahattin Demirtaş’ın “2 Temmuzda açılan yara kapanmadı, çünkü aradan geçen 25 yıla rağmen bu yaraya tek bir merhem sürülmedi” dedikten sonra “Birçok engelleme ve baskıya rağmen, her 2 Temmuz’da Sivas’ta toplanan on binler, Sivas Katliamı’nın hesabının hukuk önünde adil bir şekilde bir gün sorulacağının garantisidir” biçimindeki düşüncesini yürekten paylaşıyoruz. Elbet devran dönecek, hak batıla galebe çalacaktır.