Büyük Sırp ırkçılığı Saraybosna’da çok kültürlü şehir topluluğunu, emsalsiz bir katliama tabi tuttu, Saddam Hüseyin Halepçe’de Kürtleri zehirli gazla öldürdü ama ‘bir daha asla’ sloganı hiçbir yerde duyulmadı
Filozof Karl Popper 25 yıl önce bir sonbahar mevsiminde 92 yaşında öldüğünde, kamuoyunun hafızasında kısa süreliğine de olsa bir kez daha yarıklar açmıştı. Kimi timsah gözyaşı dökerken kimi onu yeniden anlamakla meşguldü. Birçok kesim ölümünden sonra vicdanen tekrar kalplerine dönüp gerçekten Popper’i okuduk mu, yoksa sadece “açık toplum” eserinde özenle tasarlanmış özel başlıklara bakmakla mı yetindik diye sorular sormaya başladı. Yeniden sorgulanmanın yol açtığı kuramsal tartışmalar söz konusu başlığın tasarım düsturunun fikirsel bir gestalten ziyade piyasa için trival pazarlama taktiği olduğu yönündeydi. Oysa Popper’in açık toplum fikrinin çekirdek tohumu toplumların tarihsel mirasının yoğunlaşmış aktarımından geliyordu. Önce bütünsel bir kurama, ardından da toplumsal bir sosyal kurgu düsturuna dönü̧sen yeni bir diskurdu. Tarihin huzurunda sorumluluk almamanız durumunda insanlığı dehşete düşüren çağın mükerreri olan bir çağın gelmekte olduğunu bir rüya tasviriyle aktarmıştı ve ne yazık ki bu olgusal öngörüsünde de harfiyen haklı çıktı. Böylece sağlığında entelektüel ve akademi dünyasının dilinden düşmeyen Popper’in açık toplum tezleri ölümünün 25. yılında bile hala ilk günkü gibi güncelliğini koruyor ve uzun bir müddet de korumaya devam edeceğe benziyor.
O, açık toplum diskurunu kurarken Holokost’un tufani yıkımından yola çıkarak II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı tahribatın oluşmaması için “bir daha asla” demişti. O dönem kategorik olarak savaşa karşı çıkmak, antimilitarist söylemler öğretmek veya pasifist dünya tasavvufunu kavramsallaştırmak cesaret isteyen bir şeydi. Kategorik bir savaş karşıtlığı üzerinde inşa ettiği yeni toplumsal kurgu sivil toplumun oluşması için önemli bir düşünsel eşik oldu. O böylesi temel bir söylemi salt zamanın ruhuna uygun bir tenör olduğu için söylemiyordu. Açık toplum fikriyatı önermesiyle gelebilecek büyük felaketlerin önüne geçme çabasındaydı. Velâkin, onun ebedi yolcuğundan birkaç ay önce Afrika Ruanda’sında insanlık tarihinin en bariz utancı olan Tutsi’lerin milyonluk soykırımı meydana geldi. Afrika’da olup bitenlerin karşısında sessiz kalan insanlık ailesi Popper’ın öngörüsüne sessiz sedasız bir şekilde hak veriyordu. “Bir daha asla” söyleminin bir metafordan ziyade insana dair bir uyarı olduğu ve birkaç gün zarfında meydana gelen büyük kıyım da tehlikeyi ortaya koyuyordu. Bir kez daha, “eski zamanların” kırımları yeni dünyayı evvelki dünyaya çevireceğini ve yaşanmaz bir hale getireceğini ve hatta radikal bir yeni başlangıç sancısının kendisini dayattığını söylüyordu. Daha sonra Balkan savaşları başta olmak üzere Ortadoğu’nun hemen hemen her yerinde eski zamanları aratmayacak şekilde felaketlerin ilk kıvılcımları ortaya çıktı. Büyük Sırp ırkçılığı Saraybosna’da çok kültürlü şehir topluluğunu, emsalsiz bir katliama tabi tuttu, Saddam Hüseyin Halepçe’de Kürtleri zehirli gazla öldürdü ama ‘bir daha asla’ sloganı hiçbir yerde duyulmadı.
Oysa üç bin yıllık diasporanın hüznü ile yaşayan Popper, dünyayı sarmalayan savaşlar dehşetinin ölümcül ruhunu Holokost’un daha şafağında hissetmişti. Onun için dünyanın son karası olarak bilinen Yeni Zelanda’ya yolculuğu insana olan güvenin azalması ile ilgiliydi. Popper’ın aklı hayatı boyunca bu tür hadiselere karşı hep tetikte oldu, bu tür kırımların tarih dışı olmadığı ve dahası, savaşlarla başlayan efsanelerin felaketlere yol açtığını bizzat kendi tarihinden biliyordu. Tarihin bu hafıza aktarımı Fukuyama gibi neoliberal çağın siyasi dâhilerini bile etkileyecek kadar derin bir olguya işaret ediyordu. Zira Soğuk Savaş sonrası liberal coşkunun zirvesini bizzat yaşayan Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan’da liberalizmin telkini anlamında hayret verici bir sahicilikte toplumsal olgulara vurgu yapıyordu. Buna göre çağın tanıklık ettiği esas şey “insanlığın ideolojik evriminin son noktası ve insan yönetiminin en son biçimi olan Batı liberalizminin evrenselleştirilmesi” çabası olduğuydu.
Dolayısıyla bu çabanın başarıya ulaşmaması durumunda son noktanın yakın olduğu varsayımıydı. Bu nedenden ötürü, Naziler’den önce sürgüne kaçmış olan Popper açık toplum teziyle Sovyetik sisteminin çöküş zaferini kutlayan post-modern düşün dünyasının zafer ve refah coşkusunu da bozmuştu. Medeniyetler anlaşması anlamına gelen Açık Toplum kuramı, her şeyden önce, içinde yaşadığımız yüzyılın kendine özgü yanlarını nasıl anlamamız gerektiğine dair bir izahat modeli sunmaktaydı. Dolayısıyla yakın tarihimizin siyaset medyumu Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezi açık toplum kuramının bir izdüşümü gibi bütün dünyayı kavurup duruyordu. Dolayısıyla açık toplum tezi bir medeniyetler anlaşması olmaksızın önü alınmaz büyük savaşların yaşamayacağı öngörüsünde bulunurken Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi gelmekte olan büyük savaşların nesnel nedenlerini ortaya koyuyordu. Buna göre Medeniyetler Çatışması, Soğuk Savaş sonrası uluslararası ittifak ya da ihtilafların giderek belirleyici olmaya başlayan politik olguların ve ekonomik ideolojilerin birer kültür ve medeniyet unsuruna evrildiğini ve bunun zamanda birer medeniyetler çatışması olarak karşımıza çıkacağını ön görüyordu. Felaket tellalığıyla suçlanan Huntington ne yazık ki öngördüğü medeniyetlerin bu çatışmalı halinin bütün yıkıcılığına tanıklık ediyoruz. Bütün dünyayı sarmalayan bu halin en yıkıcı şekli ise kendini Suriye savaşında göstermektir. Birer medeniyetler bunalımı biçiminde cereyan eden bölgesel savaşlar giderek küresel karakterlere bürünerek Popper’ın bir kez daha haklı çıkarmaktadır.
Bugün küreselleşmenin beraberinde getirdiği yeni savaş totemlerin ve buna bağlı olarak gelişen milli kutsamaların övgü ritüelleri liberal demokrasi adına nihai savaşların muzaffer sonuçları bütün insanlık için bir medeniyet yıkımıdır. Bu yıkımın üzerinde inşa edilmeye çalışılan bazı milli efsaneler sadece ulus devletlerin egosunu okşayan birer ilüzyondur. Tarihin bu halinin gelişimine inananlar birer kıyamet tutkunları olarak evrenin üzerine yürüyorlar. Kıyamet tutkunları gibi yıkımın tarafında duran aydınlar da aslında Açık Toplum fikriyatının ne anlama geldiğini biliyorlardı ama işlerine gelmediği için bütün bunların önüne geçme veya tarihin acılarıyla baş etmeyi göze almaktan kaçıyorlardı. Evvelin bir tekrarı gibi karşımızda duruyor aydınların savaşla ithamı. Zihinsel bir paradoks olarak karşımızda duran bu durum tavşanın yılan otoritesine teslim olması gibi, açık toplum kuramına düşmanlık ediyor. Her koşulda otorite karşısında felç geçiren çağın aydınları rejimler aleyhine tek bir cümle etmezken, kurdukları diğer sözlerle her gün yeni hüsranlara uğruyorlar. Açık toplumun düşmanları olarak liberal sol bir mezhepsel siyasal sayıklarla barış karşıtı dürtüleri aynı kaldı ve evrensel değerler, ebedi barış yerine ulus körleşmeler yaşayarak savaş tarafı oldular.
Ancak, Popper’ın bu konudaki güncelliği, her zaman çoğalmış olan gerileme isteklerine karşı kısa ve öz bir uyarı olmakla sınırlı değildir, aynı zamanda savaş sonrası Avrupa’da “bir daha asla” söylemini bir savaş karşıtlığı olarak somutlaştırmasıdır. Bugün Rojava üzgünlüğünde yaşanan ve tarihin bir Déjà-vu’dan daha fazlası olan savaş, hem açık toplum fikri hem de düşün dünyası için önemli bir imtihandır. Oysa “bir daha asla” demek o kadar da zor bir şey değil.