Onu yönettiğine inananlar, hatta sahibi olduğunu düşünenler her daim kutsallık atfederler devlet kavramına. Devlet olmadan millet olmaz, olamaz, varlığını sürdüremez fikrini işlerler. Millet kavramı ise, halkın, belli bir kültür birikimi ve evrimi ile ulaştığı aşamadır. Kimi milletler devletleşme imkânı bulamadan o aşamaya geldikleri halde, kimi devletler de henüz milletleşememiş bir toplumun çatısı olarak çıkarlar karşımıza.
Yaşadığımız zaman diliminde Kürt ve Süryani milletleri, devletleşemeden millet olma özelliklerine kavuşuyorlar. Kürtler köklü bir geçmişe sahip oldukları halde, toplumsal yaşamlarında aşiretten daha kapsamlı bir amaç ve eylem birliği oluşturamadılar. Süryaniler ise, ağırlıklı olarak mezhepsel ayrımlarla bölünmekten, Kadim, Katolik, Nesturî, Keldani, Asuri vs. tanımlarla ayrışmaktan dolayı milli birlik anlayışını 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar ertelediler.
Buna karşılık bin yıla yaklaşan bir devletleşme pratiği içinde olan Türkler ise, günümüze değin milletleşememe gerçeği ile karşı karşıyalar. Cumhuriyet ile inşasına girişilen ‘Türk milleti’ olgusu, son derece kırılgan bir yapıdır. İçinde barındırdığı çeşitliliği, uyguladığı tüm baskılara, asimilasyon politikalarına, şiddete rağmen eritememiş, gerçek anlamda bir ulusal birlik sağlayamamıştır. Birliği, birlikte hareket etmeyi temin etmek için sürekli olarak ortak çıkarlar, kâr payları, rüşvetler, suç birliği, ortak düşman algıları üretmek zorunda kalmıştır. Bu yöntemler arasında en travmatik olan ise, dinsel farkları yok etmek yolunda yaşandı. Öncelikle Hıristiyan halkların ve Ezidilerin katliamlar, soykırımlar boyutuna varan tasfiyesi uygulandı. Ardından önce 1934’de Trakya Yahudilerine, 1938’de Dersim Kızılbaşları, ardından Maraş, Çorum ve Sivas Alevilerine yönelik pogromlar son tahlilde ‘Tek devlet, tek millet, tek dil, tek din’ hedefini gütmüştü.
Geçen yüzyılın başlarında Ermenileri, Pontusluları soykırıma tabi tutarak, Ege Rumlarını mübadele yolu ile tasfiye ederek ülkeyi kurtaranlar, AKP’li Ömer Çelik’in kültür bakanı olduğu dönemde bir röportajda kullandığı ifadeyle, ‘yerli ve milli’ olmayanlardı. Ömer Çelik bu tanımla Kemal Tahir’in ‘İttihatçı gâvuru’ dediklerini kast ediyordu. Ama yine AKP’li Vecdi Gönül savunma bakanlığı yaptığı dönemde “Ege’de Rumlar, Anadolu’nun birçok yerinde Ermeniler kalmaya devam etse, milli devletimizi kurabilir miydik?” diye sormaktaydı.
1934’te Yahudiler, başta Edirne olmak üzere tüm Trakya’dan kovulurken ülkede bugün lanetle anılan tek parti rejimi yaşanmaktaydı. Dersim tertelesinde, mecburi iskân kanununda yine aynı farmason ittihatçı zihniyet iktidardaydı. ‘Devlette devamlılık esastır’ ilkesinin gereği olarak, dünün dinsizleri ile günümüzün dincileri aynı siyaseti gütmekten zerre kadar rahatsızlık duymuyorlar.
2002 seçim sonuçları ülkede çok uzun bir zamandan sonra ilk kez olumlu anlamda bir değişim yaşanabileceği yanılgısına yol açtı. Zorba ve despot bir laiklik anlayışı ile kuşatılmaya çalışılan kadrolar, ellerinde demokrasi bayraklarıyla meydana indiklerinde, yemi, ya da daha acımasız söyleyelim, zokayı ilk yutanlar liberal aydınlar oldu. Küresel sömürünün global altın çağında biz de bu ılımlı İslami akımla yeni dünya düzenine entegre olacak, AB’ye üye olarak batı ile bütünleşecektik ne güzel.
Gözden kaçırılan ise, iktidar değişiminin motor gücü olan ‘Anadolu kaplanları’, pastadan daha büyük pay almak için sahaya çıkmışlardı. Nitekim iktidarla birlikte olağanüstü nimetler sunan ihalelerle amaçlarına da ulaşmış oldular. Ülkenin sanayileşmesine zerre kadar katkı yapmadan, otoyol, havaalanı, enerji santralleri ve bilumum devasa inşaat projeleri ile taşıyamayacakları kadar çok palazlandılar. Bu vurguncu düzenin sonunda, partiye yakın sermaye grupları zenginleştikçe ülke fakirlik batağına yuvarlandı. ‘Eser yarattık’ diye övündükleri otoyollar, havaalanları önümüzdeki onyıllar boyunca cebimizden daha da zenginleştirecek bu yağma düzeninin aktörlerini. Millet özelliği kazanmış seçmen birkaç torba kömürle birkaç paket makarnayla bu oyuna gelmezdi.
Milletsiz devlet ise beka umudunu Suriye’yi işgale bağlamış.