Ahmet Tulgar-Pazartesi Söyleşisi
Ali Özyurt tecrübeli bir hekim ve yine tecrübeli bir sivil toplum aktivisti. Ali Özyurt’un diğer uğraşı ise edebiyat. Şiir ve düzyazıda eserler veriyor. Sokaktaki demokrasi mücadelesinden de tanınan Ali Özyurt’la bir yandan tam da yine savaş çanlarının çaldığı, çatışmaların şiddetlendiği bir dönemde TTB’nin ‘Savaş bir halk sağlığı sorunudur’ sloganını ve cezaevlerindeki hasta tutukluların durumunu, diğer yandan İstanbul’da 26 Eylül depremi sonrası yeniden gündeme gelen Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerindeki sorunları ve elbette tıpta piyasalaşmayı konuştuk.
Tıp’la başlayalım. Çapa ve Cerrahpaşa ülkenin en önemli sağlık kurumlarından. 26 Eylül’deki depremle bu kurumların değerleri ve sorunları bir kez daha gündeme geldi. Neler oluyor bu kurumlarda?
İstanbul Üniversitesi benim üniversitem. Cerrahpaşa benim fakültem. Çapa ve Cerrahpaşa deyince içim sızlar. Bu iki köklü kurum göz göre yok olmaya mahkum ediliyor. Bir nevi kader mahkumları. İstanbul Üniversitesi Çapa ve Cerrahpaşa yerleşkeleri kentin merkezinde yer alırlar. Şehrin içinde ve milyarlarca liralık arsaları olan bu iki hastaneye rant çevreleri tarafından göz dikilmiştir. O yüzden AKP iktidarı bu iki köklü ve tarihi üniversite hastanesine hep üvey evlat muamelesi yaptı. Devlet hastanelerini ihya ederken üniversite hastanelerini iflasın eşiğine getirdi. SSK Hastaneleri kapanmadan önceki kara propagandayı burada da görüyoruz. Toplumun gözünde çok önemli yeri olan bu iki kurum önce itibarsızlaştırıldı, sonra kamu kaynakları kesilerek “kendi yağınla kavrul” dendi. Çapa ve Cerrahpaşa’da irili ufaklı yüzü aşkın bina var. Adete Çapa ve Cerrahpaşa semtlerinin birer mahallesi gibiler. İçlerinde tarihi 1. ve 3. derece SİT binaları var. Keza kazılarda binlerce yıl öncesine ait arkeolojik eserler var. Bu binaların çoğu eski ve bakımsız. 99 depreminden sonra gerekli güçlendirmeler yapılmamış ve yıllardır konuşulan yerinden yapılandırma hayata geçmemiştir. Adeta 26 Eylül depremi beklenmiştir. İktidar, üniversite, öğretim üyeleri, sivil toplum ve halk sessiz kalınca 5.8 şiddetindeki hafif bir deprem ile binalar adeta çığlık atmışlardır. Bu “biz güvenli değiliz her an yıkılabiliriz” çığlığıdır. Binaların çığlığı buralarda okuyan öğrencileri, asistanları ve öğretim üyelerini harekete geçirmiştir ve onlar günlerdir derslere girmeyerek kamuoyu yaratmıştır. Böylece devletin en yüksek makamlarının hastane ve okul gibi kamu kurumlarının güvenli olduğu açıklaması da tartışılır duruma gelmiştir. Saraylar, otoyollar, köprüler, tüneller, şehir dışına yapılan şehir hastaneleri, lüks rezidanslara yüz milyarlar harcanırken bu iki güzide hastanemiz için 1-2 milyar lira bütçe çok görülmüştür.
Siz çok uzun yıllar Tabip Odası’nda yöneticilik yapmış, tıp mesleğinin etik mücadelesinde ön saflarda yer almış, bu mesleğin felsefesini yapan bir hekimsiniz. Bugün tıp alanında ülkenin en önemli sorunları nedir? ‘Yandaş tıp’ diye bir şey de mi oluşuyor ya da ezelden beri var mıdır bu? Hipokrat yeminine rağmen?
Tıp alanında en önemli sorunumuz nitelikli tıp eğitimi olmamasıdır. Ne yazık ki tüm ısrarlarımıza rağmen yeni tıp fakülteleri açılmaya devam ederek öğrenci kontenjanları her yıl artırılmıştır. Bugün 1 milyon nüfus başına en fazla tıp fakültesi olan ülke haline geldik. Bir diğer sorunumuz tedavi edici hizmetlere harcanan ve kara delik haline gelen sağlık harcamalarıdır. Halk sağlığı ve koruyucu hekimlik üvey evlat muamelesi görürken, sonu gelmeyecek bu tedavi edici harcama kalemlerine milyarlar gitmektedir. Amerika’nın düştüğü hataya biz de düştük. Amerika trilyon dolarlık sağlık bütçesi ile dünyanın en eşitsiz sağlık hizmetini sunmaktadır. Bir de Küba’ya bakalım. Amerikan ambargosuna rağmen Dünya Sağlık Örgütü’nün birçok sağlık göstergesinde dünyanın örnek aldığı bir ülkedir. Oysa biz Küba modelini uygulayarak bölgemizde örnek olabilirdik. AKP iktidarı sağlığa harcadığı paranın % 10’unu halk sağlığına harcasa bizim sağlık göstergelerimiz de Küba’ya benzer olabilirdi. Küreselleşme ile sağlık alanı ticarileşerek serbest piyasa ekonomisinin amentüsü olan ve liberal iktisatçı Adam Smith’in ünlü sözü ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ söylemine terk edilmiştir. Bugün özel sağlık sektörü o kadar hızlı büyümüştür ki kamuyla yarışır hale gelmiştir. Burada toplumsal çıkar yoktur. Sağlık alınır satılır bir meta olmuş, geçmişi bin yıllara dayanan Farsça hasta sıfatının yerini Arapça müşteri ismi almıştır. Paran kadar sağlık, paran kadar hastalan, paran varsa iyileş, ne kadar para o kadar sağlık anlayışı hakim olmuştur. Oysa sağlık vazgeçilmez ve ertelenemez bir insan hakkıdır. Herkesin sağlıklı olma ve eşit sağlık hizmeti alma hakkı vardır. Ancak bu iktidar en büyük kötülüğü sağlığı dinselleştirerek yapmıştır. Geleneksel Tıp ve Tamamlayıcı Tıp adı altında birçok bilimdışı uygulama yürürlüğe girmiş ve teşvik edilmiştir. Belki buna sizin sorunuzdaki ‘yandaş tıp’ yerine ‘dinbaz tıp’ diyebiliriz. Ancak yandaş bir sermaye tıbbın her alanına girmiştir. Artık her ÇİT’in (Cemaat İktisadi Teşebbüsü ) bir hastanesi vardır. Koskoca Sağlık Bakanlığı’nın yıllardır bir tarikatın kontrolü altında olduğu iddiaları bugüne kadar yalanlanmamıştır.
Bir hekimin toplumsal, hatta politik sorumlukları nedir, nereden doğar bu sorumluluklar?
Sağlığı dar anlamda tanımlamamak gerekiyor. Hekim deyince ilk akla gelen “hastaların tanısını koyup tedavi eder” anlayışı yanlıştır. Hekimlik mesleği ya da sanatı böyle teknikerlik düzeyine indirgenemez. Sağlık aynı zamanda toplumsal ve siyasal iyilik halidir. O yüzden bizlerin toplumsal sorumluluklarımız vardır. Bunun kaynağına bakacak olursak ilk akla gelen sağlıktaki eşitsizliktir. Oysa bir de sağlıkta eşitsizliği belirleyen eğitim ve gelir düzeyi gibi sosyal belirleyenler vardır. Sağlıkta ne kadar eşit erişim sağlarsanız sağlayın, sağlığa milyar dolarlar harcayın, eğer sağlığın sosyal bileşenlerini değiştirmezseniz başarılı olamazsınız. Eğitimsizlik ve yoksulluk insanların sağlığını en çok kötüleştiren ve doğrudan etkileyen iki bağımsız değişkendir. Hekimler olarak yoksullukla, eşitsizlikle, gelir dağılımındaki adaletsizlikle mücadele etmedikçe tam olarak toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirdiğimizi söyleyemeyiz.
Şehir hastanelerinin gelecekte önemli sorunlara yol açacağını hissediyorum. Nedir bu şehir hastaneleri meselesi ve sevdası?
Çok doğru. Şehir hastaneleri bir çeşit ‘yap işlet devret’ modeli. Bunun için kamu özel ortaklıkları kuruluyor ve devlet elini cebine atmadan hazine arazilerine özel sektör tarafından hastaneler yapılıyor ve sonra devlet bu özel şirketlere kira ödüyor. Hastaneyi özel şirket işletirken sağlık hizmetlerini Sağlık Bakanlığı eliyle devlet veriyor. İlk başta güzel görünmesine rağmen sonradan bu kira ödemeleri bütçeye yük oluyor. Maliyetinin çok üzerine yapılan hastaneler, ödenen kira ve hizmet bedeli milyarlarca lirayı bulabiliyor. Yatak doluluk garantisi ve kira gelirleri döviz üzerinden olduğu için özel sektör için garantili bir yatırım. O yüzden yandaş müteahhit şirketleri harıl harıl şehir hastanesi yapıyor. Köprüler, otoyollar ve geçitler gibi Şehir Hastaneleri hazine garantisi aldığı, hukuksal durumlarda tahkim Londra’da olduğu için devlet göz göre göre Ekrem İmamoğlu’nun deyişiyle israfa sürükleniyor. Zaten son Sayıştay raporu bunun belgeleri ile dolu.
Tıp insanları arasında neden edebiyat, müzik ve sanatla uğraşan çok oluyor?
Hekimler günlerinin çoğunu hastaneler gibi sağlık kurumlarında geçiriyor. Uzun çalışma saatleri ve zor çalışma ortamlarından bezen hekimler için kültür sanat bir çıkış yolu oluyor. Yoksa hekimler kısa sürede tükeniyor ve hekimlerde iş doyumsuzluğu gelişiyor. Bildiğiniz gibi Anton Çehov, Ceyhun Atıf Kansu ve şair Behçet Aysan hekimdir. Keza ünlü bestekar ve icracı Alâeddin Yavaşça hekimdir. Edebiyat, müzik ve sanat toplumla iç içedir. Ünlü edebi eserler gözlemler sonucu ortaya çıkar. Hekimlik mesleğinde hastanın dinleyerek hikayesini almak, palpasyon ve perküsyon yoluyla fizik muayenesini yapmak hekimliğin olmazsa olmazıdır. Bu kadar bilgi dağarcığı ve deneyimi gelişen hekimlerin bazıları ister istemez kendilerini ifade etmek için edebiyata, kültür sanat çalışmalarına yöneliyor.
Sizin için şiir ne ifade eder? Hekimlik ve şairlik arasında doğrudana yakın bir ilişki var mıdır?
Şiir demişken anmadan edemeyeceğim. Biraz önce hekim meslektaşım Dr. Hakan Savlı’yı arayarak kutladım. Bildiğiniz gibi Yunus Nadi şiir ödülünü aldı. Yukarıda bahsettim, Ceyhun Atıf Kansu, Behçet Aysan, Hakan Savlı, küçük İskender gibi tıp eğitimi alan pek çok ünlü şairimiz var. Şiir benim için duygularımı, düşüncelerimi, hayatımı ifade eder. Düzyazıyla anlatmaya zorlandığım duygularımı şiirin zengin dili ve betimlemesiyle anlatmak beni zenginleştirir. Yaşamımı kolaylaştırır. Bir nevi enerji verir bana. Şiir benim için evrenin merkezidir. Onsuz yaşayamam. Bu yüzden ölüm anında yanında olduğum Cemal Süreya’yı anmadan edemeyeceğim. Süreya şiiri tarif etmez. Ama şiir üzerine düşüncelerini söylemekten kaçınmaz. Mesela bir yerde “Şiir hayatın köpüğüdür. Çağın, hayatın, bütün bilgilerin. Şiir için hayat deneyimi gerek, düşünce, iletişim gerek, her şeye uzanmak gerek” der. Süreya, başka bir yazısında şiir ve hayatı şöyle ilişkilendirir: “Hayatın güncelliğidir, hayatın gazetesidir şiir.” Ben sokaktan gelen, yaşamı toplumsal mücadelelerin içinde olan ve 40 yılı aşkın süredir sosyalist solun içinde yer alan bir hekim olarak yaşamdan süzdüklerimi ister istemez yazıya da dökmek istiyorum. Bunun için yetenek gerektiğini biliyorum. O yüzden bu açığımı roman, öykü, deneme ve şiir okuyarak, şiir matineleri düzenleyerek ve sosyal medyadan şiir paylaşımları yaparak gidermeye çalışıyorum.
‘Umuduna Yaşamak’ kitabınıza istinaden soruyorum: Genelde sivil toplum mücadelesi, özelde Tabip Odası aktiviteleriniz sizin için ne ifade ediyor? İstanbul Tabip Odası, ülkedeki sivil toplum mücadelesinde, hatta Türkiye politik yaşamında nasıl bir yere sahip?
Meslek örgütümden çok şey öğrendim. TTB bir okul burada bulunmak bir yaşam biçimi benim için. Bu yüzden hiç özelde çalışmadım. Bir devlet memuru olarak aldığım maaşla yetinerek kalan zamanlarımı bu mücadeleye ayırdım. Gönüllülük esasına dayandığı için çok az insanla çok şey yapmaya çalışıyoruz. Bu mücadelemizin Gezi direnişinde olduğu gibi lideri yoktur. Herkes kendini Tabip Odası veya Türk Tabipler Birliği Başkanı yerine koyar ve o sorumluluk ve anlayışla örgütümüzün ilkeleri doğrultusunda mücadele eder. Koltuklar gelip geçicidir. Bizde sendika ağalığı ya da bazı meslek örgütlerinde olduğu gibi ölünceye kadar başkanlık sistemi yoktur. İki dönem başkanlık yapan görevi bir diğerine bırakır. Herkes yeteneği ve zaman ayırdığı ölçüde her alanda çalışabilir ve mücadele edebilir. Ben hastane temsilciliğinden başlayarak Yönetim Kurul Üyeliğine kadar her basamakta çalıştığım için demokratik işleyişi iyi bilirim. İstanbul Tabip Odası, Türkiye politik mücadelesinde müstesna bir yere sahiptir. Sokağa çıkıp birisine sorduğunuz zaman İstanbul Tabip Odası için olumsuz söz söyleyecek birisine rastlayamazsınız.
‘Savaş bir halk sağlığı sorunudur’ formülasyonundan yola çıkarsak, son birkaç yıldaki ülke içi ve sınır ötesindeki yoğun çatışmalı sürecin bu ülkenin sosyolojisine ve toplum psikolojisine nasıl etkileri olmuştur? Toplumlar da hastalanır mı?
Toplumlar kendiliğinden hastalanmaz. Toplumları hasta eden politikalar ve bu politikaları yaşama geçiren politikacılar vardır. Toplumları en çok hasta eden politikaların başında “savaş” gelir. Kutuplaştırma, ötekileştirme, ırkçılığa varan milliyetçilik “savaş” politikalarının alt yapısını oluşturur. Bunların toplamı ülkenin sosyolojisini bozacağı gibi psikolojisini de çok olumsuz etkiler. Nitekim ülkemiz uzun yıllardır bu politikaların esiri olmuş durumda. Barış talebinin hakim olduğu, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere bütün dezavantajlı gruplara sahip çıkılan, göçmenleri ötekileştirmeyen, özgür, demokratik, eşitlikçi bir dil ile örülmüş politikaların ülkeye hakim olmasını sağlamamız lazım. Her savaş alt yapıda tahribat yapar. Suya, elektriğe, gıdaya, barınmaya erişimi kısıtlar. Yine her savaş insanlarda bedeni ve ruhi yıkımlara yol açar. Bunlar yüzyıllardır bilinen ve evrensel olarak kabul edilen, hatta halk sağlığı kitaplarında okutulan tartışılmaz temel bilgilerdir. Bu gerçekliğe rağmen, TTB Merkez Konseyi’nin “savaş bir halk sağlığı sorunudur” cümlesi bile 10 ay hapis ile cezalandırılabiliyorsa, o ülkedeki demokrasinin ve yargının sağlıklı olmadığını söylemek için hekim olmaya gerek yok.
Cezaevlerindeki hasta tutuklular için neler yapılmalı?
Aslında sorunun yanıtı basit. Neler yapılacağı iki aşağı üç yukarı belli. Biz Türk Tabipler Birliği olarak üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Bu konuda ciddi bilgi birikimine sahibiz. Bunları TTB kütüphanesi ve web sayfasından bulabilirsiniz. Ancak bir süre içinde yer aldığım için biliyorum ki eğer devlet ve siyasi iktidar bu konuda samimi olursa bu sorunu bir hafta içinde çözer. Cezaevindeki hastaların sağlık durumu ile ilgili veriler Adalet Bakanlığı’nın elinde var. Bu veriler ile bakıma muhtaç olan ve tek başına günlük ihtiyaçlarını gideremeyen veya ileri evre kanser gibi ölümcül bir hastalığın pençesine yakalananlar sağlıklarına kavuşana kadar ailelerinin yanında kalabilir. Yasalar buna olanak veriyor. Metris gibi cezaevi hastaneleri çözüm değil. Hastalık bir bütündür. İşin sosyolojik ve psikolojik yanı da vardır. O yüzden doğal ortamları olan evleri ve ailelerinin yanında bulunmaları onların sağlığı açısından önemlidir. Hele yaşamının sonuna gelen mahkumlar için vedalaşma hakkı hiç bir insanın reddedemeyeceği bir insan hakları sorunudur.
‘Umuduna Yaşamak’ da, siz bu ülke için umudu nerede bulursunuz?
Birkaç yıl önce öldük, bittik diye ağlayıp sızlayanlar 31 Mart seçimlerinden sonra birden umutlandılar. Bildiğiniz gibi birçok arkadaşımız farklı nedenlerle zorunlu veya gönüllü olarak yurtdışına çıktı. Bir hekim olarak geçimimi dünyanın her yerinde kazanabilirim. Yaşam standartlarım daha iyi bile olabilir. Ancak ben bu toprakları seviyorum. Yaşamımı burada sürdürmek ve burada ölmek istiyorum. Umudunu yitiren insanların enerjisi kalmaz. Bir nevi çürüğe çıkarak yaşayan ölüye dönüşürler. Ben bu ülke için umudu sosyalizmde buluyorum. Bugün için ütopik gelebilir ama bizler göremesek bile bizlerin torunları sosyalist Türkiye’yi göreceklerdir.