Bu yıl Maraş’ın tadını çıkardım. Mayıs ortalarından beri kısa aralıklarla İstanbul’a gidişler hariç, Maraş ve çevresinde dolaşıyorum. Çocukluğumun yaylalarına istediğim ölçüde çıkamamışsam da karşıdan da olsa seyretmek hüzünle karışık buruk bir tat veriyor. En güzeli de her sabah kalktığımda karşımda görkemli Nurhak Dağı’nı görmek. Nurhak, Nuruhak ya da Kürtçesiyle Nurxaq. Nurlu, ışıklı toprak. Halk arasında Nuqraq ya da Nurqaq.
Toplulukların ya da inançların kutsal yöreleri vardır. Kürtler arasında da bu tür yöreler özellikle dağlar, pınarlardır. Pınar kültü Bizans’tan beri Anadolu ve Kürdistan’ın birçok yerinde yaygındır. “Ayazma” tabir edilen kutsal sulara her yerde raslanmakta ve masallarda da yer almaktadır. Nurhak Dağı da Alevisiyle, Sünnisiyle bu bölge Kürtlerinin kutsalları arasında en önde gelir.
Bir yere kutsallık atfedildiğinde söylencelerin ardı arkası kesilmez. Nebilerin, velilerin, kutsal kişilerin, ünlü ozanların kendileri buraların adını duymamış olsalar bile, uğrak yerleri haline getirilir. Yunus Emre’nin en az yedi yerde mezarı vardır. Kürtlerin Xoce Nasir, Azerilerin Molla Nasreddin’inin Akşehir’de yaşadığı ve gömülü olduğu, kendisinden iki asır sonra gelen Timur’a kafa tututtuğu da gerçek kabul edilir. Halklar, sevdiklerini, kutsal gördüklerini yanıbaşlarına getirmekte beis görmezler.
İşte bizim Nurxaq/Nurhak Dağı da böyle bir yer. 3090 metreye varan yüksekliği ve hemen bitişiğindeki dimdik 3004 metrelik Kıllı tepesiyle bir bütün olarak anılır. Aslında Nurhak Dağları, Maraş, Adıyaman ve Malatya üçgeninde geniş bir alanı kapsar ve altı-yedi ilçenin sınırları içinde kalan Güneydoğu Torosları’nın devamıdır. Ancak en yüksek iki zirvesi Elbistan’dadır.
Kürtlerin “Çiya i Spi/Beyaz Dağ” diye andıkları bu iki tepenin ortak adı “Çiya i Aligolé”dir. Yani “Ali Gölü Dağı”. “Aligol” adı, bu yörenin Alevi ve Sünni Kürt erkeklerinde sık raslanan bir ismidir ve nüfusa ya kısaca “Ali”, ya da çokluk “Aligül” olarak geçiriliir.
Aligol adının nedeni de yukarıda sözünü ettiğim toplumların sevdiklerini yanıbaşlarına getirmeleri alışkanlığından kaynaklanmaktadır. Suriyenin ortalarından daha kuzeye geçmemiş olsa da halk arasında Hazreti Ali’nin buralara kadar geldiği rivayet edilir. Nurhak Dağı’nın tepesine çıkarak kırbasındaki suyu kuzeye, heybesindeki ekmeği de güneye bıraktığı söylenir. İşte o su öncelikle tepenin dibindeki devasa Ali Gölü’nü oluşturmuş, yetmeyip o dağlardan doğan Ceyhan ve kollarının oluşmasını sağlamış. Kuzeye salınan ekmek kırıntıları da Maraş ve Adıyaman’ın geniş topraklarına bereket getirmiş.
Aligol’a yakıştırılan bir diğer efsane de dağdaki bir mağara ve üzerinde çözülememiş işaretlerden doğmaktadır. Ovada yaşayan zalim beyin kızına çoban Ali aşık olur ve kızı ister. Babası kızı vermek için Ali’nin, Nurxaq’ta bir kış geçirmesini şart koşar. Atıyla birlikte mağaraya çekilen Ali’den bir daha haber çıkmaz ve yaz ortalarında karlar eridikten sonra o mağarada atıyla yan yana cesedi bulunur. O işaretlerin de “Ne mirim ji tiyan, ne mirim ji birçiyan, mirim ji ingil ingila çiyan” (ne açlıktan, ne suzuluktan öldüm, dağların iniltisinden öldüm) yazısı olduğu söylenir.
Şimdilerde daha çok gençlerin bir piknik havasında sürdürdükleri kurban geleneği eskiden çok görkemliydi. On-onbeş köyün halkı çoluk çocuk birleşir, gece yarısında atlar, eşeklerle yola çıkar ve gölün karşısındaki düz kayalıklarda kurbanlarını keserek göle inip orada festival havasında yer içerlerdi. Göle girmek de büyük küçük herkesin boynunun borcuydu ve adet çırılçıplak girmekti. Güneş ortalığı iyice ısıttıktan sonra önce kadınlar yakın tepenin arkasına gider, erkekler suya girerdi. Onlar girip çıktıktan sonra yer değiştirir ve bu sefer kadınlar girerdi. Bu kısa seramoniden sonra herkes toparlanır ve tekrar köylerine ya da obalarına dönüşe geçerlerdi. O suya dalış, adeta insanların ruhlarını arındırırdı. O ziyaretten sonra hamile kalan çocuksuz kadınların ilk doğan erkek çocuğuna genellikle “Aligol” adı verilirdi
***
Öğrenciliğimle birlikte altmış yıla yaklaşan hukuk hayatımda yalnız Türkiye’nin değil, başka devletlerin de hukukdışı uygulamalarıyla yakından ilgilendim. Uluslararsı Af Örgütü ve Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu başta olmak üzere birçok uluslararası kurulla bire bir ilişkilerim oldu. 12 Eylül faşizminin tüm yargılamalarında taraf olarak yer aldım. Hiçbir zaman Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yargılandıkları davadan Sayın Selahattin Demirtaş ve Sayın Figen Yüksekdağ hakkında açtığı soruşturma ve Sulh Ceza Hakimi’nin verdiği tutuklama kararı türünden bir hukuka takla attırma becerisiyle karşılaşmadım. Açıkça suç olan ve talimatla verildiği sayın Erdoğan’ın “onları bırakmayacağız” şeklindeki demecinden de anlaşılan bu karar, ne intikam duygusuyla, ne de yalnızca devlete hakim kılınmak istenen Kürt düşmanlığıyla açıklanabilir. Bunun temelinde, yakın gördükleri yıkılışın yarattığı panik havası vardır. Elbette bu ileride yargı konusu da olacaktır.