Ankara’da, Astana Platformu çerçevesinde Rusya, İran ve Türkiye arasında yapılan üçlü zirve ortak sonuç bildirgesinin-ya da yol haritasının diyelim- açıklanmasıyla sona erdi. Anlaşılan o ki, pek de öyle ortak bir yol çıkmadı, çıkamadı zirveden. Erdoğan’ın palavra kapasitesine kalırsa “her yol Ankara’ya çıkıyor” da, zirvede ve yayınlanan açıklamada esasen “herkes kendi yoluna” havasının estiği kesin.
Suriye’nin siyasal birliği ve toprak bütünlüğü temelinde siyasi çözüme gidilmesi gibi “ilke”sel vurguların ya da sürecin nihai olarak Birleşmiş Milletler gözetiminde ve ABD, AB ve başkaca devletlerinde dahil olacağı Cenevre platformunda karara bağlanacağı taahhüdü gibi maddelerin açıklamada yer alması, Astana ortaklığının özgül ağırlığını temsil etmiyor. Keza, zirveden çıkan tek somut sonuç olarak “Anayasa komisyonu” oluşturulması konusunda mutabakata varılmış olduğunun dile getirilmesi de öyle. Şimdilik bu meselenin kabuğu var, içi nasıl doldurulacak, Allah bilir!
Sonuç itibariyle bütün bunlar, meselenin baştan beri bilinen genel çizgileri. Mesele, buralara varılıncaya kadar sahada askeri ve siyasi güç paylaşımının ve dengelerinin nasıl şekilleneceği, tarafların nasıl bir pozisyon elde ederek çözüm masasına oturacaklarıdır.
İşte zurnanın zırt dediği yerler buralarda açığa çıkıyor ve Ankara zirvesinde ve sonuç bildirgesinde de bu sesler yankısını bir kez daha göstermiş bulunuyor. Tabii, herkes kendi yoluna gidecek ama, Rusya ve İran’ın temel yol güzergâhları birbiriyle önemli ölçüde paralel bir hatta denk düşüyor mevcut koşullarda. Yani stratejik düzlemde ve yakın vadede yıkıcı sorunlar ve sonuçlar pek çıkmaz aralarında. Sıkıntı, esasen Türkiye’ye ait ve bu zirve öncesi ve sonrası yapılan açıklamalarda, Erdoğan’a Putin ve Ruhani tarafından diplomasinin “nezaketi” içinde hatırlatıldı.
İdlib krizi bunların başında geliyor. Soçi mutabakatı diye bir şey yok artık. Türkiye’nin ayak oyunlarına, Rusya ve Suriye güçlerinin İblib’i Türkiye’nin himayesindeki cihatçı çetelerden geri alma saldırısıyla karşılık verdiği andan beri, Soçi çöp sepetine atıldı. Türkiye’nin askeri gözlem noktaları bir bir düşürülmeye başlandı ve kuşatma altına alındı.
Ankara zirvesinde de bu durum, Erdoğan’a aklını başına alması mealinde hatırlatıldı. Soçi’ye bakılırsa, Türkiye, Suriye’yi İdlib’teki cihatçı teröristlerden kurtaracaktı, ama şimdi kendi askerlerinin nasıl kurtarılacağının derdine düşmüş durumda. Şöyle ya da böyle, İblid’te Türkiye’nin geleceği olmayacak. Ankara zirvesi hiç bir şeyi göstermediyse bile, bunu doğruladı.
Peki, ya Kuzey ve Doğu Suriye Federasyonu(KDSF)/Rojava, Ankara zirvesinde nasıl masaya yatırıldı, ne sonuçlar çıktı? Astana üçlüsünün federasyona karşı bir demokratik tutum ya da dostane bir yaklaşım içinde olmadıkları söz gerektirmeyecek kadar açık. Ama düşmanlıklarının derinliği ve karakteri bakımından aynı stratejik pozisyonda olmadıkları da o kadar doğru. Türkiye için federasyonun varlığı, tarihsel ve stratejik Kürt düşmanlığına dayalı kabul edilemez bir Kürt ulusal statüsü olasılığına denk düştüğü için, ya hep ya hiç denklemiyle iş görmeye odaklı. Lakin, bunun işe yaramadığı, özellikle de Kobane direnişi ve zaferinden bu yana gelişen gerçeklik ve yaşanan anın somut durumu tarafından boşa çıkarılmış olması gibi bir durum da var.
Nitekim bu realite, Rusya ve İran için Suriye’nin yeni siyasal yapısının oluşturulması sürecinde şu ya da bu düzeyde( ama tabii ki esasen ve asla demokratik ilkelere sadakat bazında da değil) dikkate almak zorunda kaldıkları bir denklem unsuru olarak ele alınıyor. En azından, kendi stratejik çıkar ve planları görüş açısından, Ortadoğu bütünlüğü zeminine bağlanmış karmaşık güç ilişkileri ve çatışmalarının genel tablosu içinde bir yere oturtuyorlar Kürt sorununu ve Suriye çözümünü. Nitekim, Ankara zirvesinde de buna uygun hareket ettiler ve Erdoğan’ın federasyona karşı asıp kesmelerini, YPG/PYD için terörist yaftalamalarını sadece ve mecburen dinlemekle yetindiler. Ama sonuç bildirisinde ne doğrudan federasyon ismi anılarak yok sayıldı ya da hedef gösterildi, ne de PYD/YPG ismine, ortadan kaldırılması gereken DAİŞ, Nusra Cephesi, El Kaide gibi terörist yapılanmalar kapsamında yer verildi.
Bunlardan tabii ki, KDSF ve Kürt siyasi güçleri için büyük zorlukların ve tehlikelerin aşılmış olduğu ya da her şeyin yolunda gittiği gibi gerçek dışı bir sonuç çıkarılamaz. Ancak, devrimci halk güçlerinin Suriye çözüm denkleminin içine dahil olmak bakımından, Türkiye’nin niyet ve amaçlarının tam tersi yönde, dünden daha yakın bir pozisyon tutmaya doğru yol aldıkları da bir gerçekliktir. Yolunu kaybetmek söz konusu edilecekse, Kürtlere “tırnağını bile vermeme” sömürgeci kibri ve ırkçı faşist saplantısı uğruna, bir kolunu-bacağını ABD’ye diğerini Rusya’ya kaptırmış haldeyken “zafere koşmak” martavalları okuyan Saray “başkomutanı” en uygun örnek olur.
Erdoğan, geçen günlerde “dostu” Putin’le buluşmak için Moskova’ya koşmuş, umduğunu değil de bulduğu dondurmayı yemişlerdi beraber. Ay sonunda BM Genel Konseyi toplantısı vesilesiyle bu kez diğer “dostu” Trump’la buluşmak için New York’a koşacak.
Trump ne yedirir acaba Erdoğan’a?