Bazı şeyler tesadüf gibi gelebiliyor insana ya da bir başka açıdan anlatırsak, aradaki bağlar yok sayıldığından atmosferde başı boş dolaşan şeyler gibi görünüyorlar. Yok öyle komplo iddiaları ve polisiye merakım ile bir çok şeyi birbirine bağlayıp, sonunu da ‘Öyle değil mi’ diye bitirecek değilim. Çok daha genel şeylerden bahsetmek istiyorum, mesela dünyanın bu halinin Kadın ve Doğa’nın birbiri ile olan ilişkisinden, daha doğrusu kader bağını görmeden yorumlanabilmesi mümkün olmadığından…
Filmin sonundan başlarsak yani bugünden, doğanın dehşetli bir şekilde yıkımıyla kadına karşı şiddetin, dünyanın her yerinde hiçbir zaman olmadığı kadar tırmanışa geçmesi tesadüf mü?
Doğanın geri dönüşsüz yok olmasıyla birlikte, dünya iktidarlarının gittikçe ve alenen faşistlerin eline geçmesi sadece bir zamansal çatışmadan başka bir şey değil mi?
Buradan, bir kadın direnişçi yazar olarak Arunduhati Roy’a bakalım…
‘The God of Small Things-Küçük Şeylerin Tanrısı’nda; “..İkisinin farklı ufuklarında köşeler, sınırlar, sınır çizgileri, kıyılar ve uç noktalar cüce cinler gibi görünüvermişti. Puslu kıyılarda devriye gezen uzun gölgeli kısa boylu yaratıklar. Her ikisinin de gözlerinin altı çöktü; Ammu’nun ölürkenki yaşındalar şimdi. Otuz bir.
Yaşlı değil.
Genç de değil.
Ama yaşanabilir, ölünebilir bir yaş” diyordu. Yani sadece yazarken değil yaşarken de, o büyülü masalın kahramanı gibiydi. Bu yüzden özellikle kadınla doğanın ilişkisini ve kadının Hindistan’da kastlarla katmerleşmiş dışlanmışlığı ile doğanın dehşetli yıkımına karşı mücadelede, edebiyat, kendisini anlatmanın sadece bir yoluydu. Bir kirişe zincirlenmiş olarak baraj sularının altında boğazına yükselinceye kadar kalmak, onun büyülü, masalımsı ve şiirsel anlatımının ne kadar gerçek olduğunu gösteren bir eylemden başka bir şey değildi aslında.
7-8 yıl önce Arunduhati Roy’la konuştuğumuzda, o bize Hindistan’ı anlatıyordu, ama sanki çok daha fazla sayılar, çok daha büyük mesafeler ve devasa proje büyüklüklerini bir tarafa koyduğumuzda sanki bizim ülkemizde olanlar ve olacaklardı bunlar: “Söylemeye çalıştığım şey şu. Bir yandan bu Hindu sağının faşist programı var. Öte yandan liberaller var ki onların işi de gidişatın hiç de o kadar kötü olmadığını anlatmak. ‘Tamam, bu insanlar öldürüldü ama artık bunlar hakkında konuşmayalım, tamam bitti’ diyorlar. Ama bir yandan da bu RSS isimli örgüt var ki bu ideolojiyi tüm ülkede yaygınlaştırıyor. 45 bin örgütü, 700 bin gönüllüsü var. Okulları, buralarda okuyan bir buçuk milyon öğrencisi, öğretmenleri, gecekondu örgütlenmesi, kabile örgütlenmeleri var. Bu, muazzam bir altyapı. Bütün bunlarla bu nefret mesajını yaygınlaştırıyorlar. Bu durumda ne yapacaksınız bilmiyorum. Çıkıp da herkes birbirini sevsin falan mı diyeceksiniz, bu kulağa çok aptalca geliyor.
Bir yanda bunlar var, bir yanda da şu ana kadar Hindistan’daki en başarılı ayrılıkçı hareketi yaratmış olan neo-liberal proje var: Yani üst kast ve orta sınıflar sanki uzaydaki bir başka ülkeye ayrılmışlar gibi bir durum var. Şimdi ise tek yapmak istedikleri oradan aşağıya bakıp oradaki boksit madeni, bu nehirdeki su, şuradaki demir madeni bizim, siz ne hakla orada yaşıyorsunuz demek. Şu anda sürüp giden süreç bundan ibaret.”
İşte bu yüzden, bir kadın yazar olarak Arunduhati Roy’un söyledikleri ile yani Hindistan’da olanlarla bizde yaşananlar arasındakilerin tesadüf olup olmadığını soruyorum.
Ve bu yüzden, Kürt siyasal hareketinin ‘Kadın ve Ekoloji’ye yaptığı vurgu, bütün dünya için hiç tesadüf değil…