Aslında bu yazı geçen hafta yayınlanacaktı. Ancak İstanbul dışında olduğumdan zorunlu bir değişiklik oldu. 12 Eylül faşizminin izlerinin silinmediği göz önüne alınırsa her zaman güncelliğini koruyabilir. Bu nedenle o dönemde gerek 12 Eylül’e giden süreçte gerek darbe sonrası hiç yayınlanmamış tanıklıklarımı yazıya dökmek istedim.
1980 öncesinin karmaşık döneminde günde en az on-on beş civarında siyasi cinayet haberi alıyorduk. Toplum iki kampa ayrılmış, taraflar birbirlerini öldürüyorlar ve bunu “yüksek ideal” uğruna yaptıklarını düşünüyorlardı. Mahalleler ikiye bölünmüş, köylerde her akraba grubunun siyasi fraksiyonu ayrılmıştı. Sovyetler Birliği taraftarları, Maocular, Enver Hocacılar da kendi aralarında ayrılmışlardı. Maraş olayları davasında YSE müdürü rahmetli Fevzi Onaç’ı cezaevinden alıp Adana’nın Kızıldere köyüne götürdüğümüzde üç ayrı sol grup bizi aralıklarla kendi marşları ve türküleriyle karşıladı. İki akrabadan bir genç, diğerini kireç kuyusuna attı, zor kurtuldu. İkisi de aslında iyi insanlardı ve hala da öyleler.
İstanbul Barosu’na gelmek istiyorum buradan.
1975’ten itibaren baro içinde oldukça güçlü bir demokrat-sol grup oluşmaya başladı. O zaman Maraş Barosu’ndan İstanbul’a yeni nakletmiştim kaydımı. Her yıl baronun yarısı yenilenirdi. Rahmetli Mehmet Ali İkizer’in başkanlığındaki Baronun yönetim kurulundan yenilenen beş kişilik bölümünü, içinde benim de olduğum ve yeni kurduğumuz Çağdaş Avukatlar Grubu kazandı. Eski üyelerden bir veya ikisinin de bizim arkadaşlarımızla birlikte hareket etmesi sonucu Turgut Kazan, Rasim Öz, Medet Serhat gibi her biri sonradan önemli işler yapan arkadaşlarımız baroyu oldukça faal duruma getirdiler ve bir yıl sonraki çalışmalar sonunda tüm yönetim Çağdaşlara geçti, Orhan Apaydın’ı başkan seçtik.
Baro bundan sonra gerek yurt içinde gerekse yurt dışında oldukça başarılı çalışmalar sonucu büyük bir itibar ve etkinlik sahibi oldu.
1978 sonundaki genel kurulda yine Apaydın’ın başkanlığında kurula ben de seçildim, esasen daha önce komisyonlarda çalışmalarına katıldığım baroda daha aktif çalışmalara katıldık.
Olaylar hızla gelişiyor ve her gün gelen cinayet haberleri ve ilan edilen sıkıyönetim dolayısıyla faşist baskılar daha da artıyordu. Maraş olayları davasında bine yakın sanıklı dava, bu tarihten itibaren açılanlar karşısında küçük kalmaya başlamıştı. Bin 500’e varan sanıkların davaları Mamak, Metris, Selimiye, Hasdal ve benzeri askeri kışlaların salonlarında kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde ve salon yetmezliğinden gruplar halinde görülüyordu.
Sıkıyönetim komutanlıklarının bildirileriyle topluma yön verilmeye çalışılıyor, hayat özellikle büyük şehirlerde çekilmez hale geliyordu. İşkence iddiaları, iddia olmaktan çıkmış, herkesin bildiği günlük olaylar haline gelmişti. İşkenceden öldüğünü bildiğimiz Mehmet Önsoy için “aç kalmak suretiyle intihar etmiştir” raporu verilmişti.
İstanbul Barosu’na, işkence görenlerden ve yakınlarından gelen ikiyüz civarında mektup ve dilekçe vardı. 11 Eylül günü Hasan Fehmi Güneş’le telefonda görüşerek 15 Eylül’de görüşerek elimizdeki işkence iddialarına ait dilekçeleri birleştirip gerekli başvuruları yapmak üzere anlaştık. 12 Eylül gecesi, darbe ile karşılaştık, bu toplantı da yapılamadı.
Darbe sabahı sokağa çıkma yasağı vardı. Barodaki nöbetçi personel, telefon ederek başkana ulaşamadıklarını, baronun mühürlendiğini bildirdiler. Ancak pazartesi gittik Orhan Apaydın’ın evinde ikamete mecbur tutulduğunu, genel sekreter Ünsal Tüzün, Yönetim kurulu üyeleri Ali Turgan, Turgan Arınır ve Nermin Aksın’ın gözaltına alındığını öğrendik. Ben dahil diğer altı kişinin ise baro levhasındaki adresleri değiştiğinden bulunamadıkları anlaşıldı. Baro personeli, Baro Han’daki büromda toplantı vardı. Ben, rahmetli Yönetim Kurulu üyemiz Hüseyin Onur’la birlikte Sıkıyönetim Komutanlığı’na giderek baronun açılması için dilekçe vermek istedik. Selimiye’de bizi gören Sıkıyönetim Adli Müşaviri Albay Fahrettin bey, “ne işiniz var, aranıyorsunuz, gidin dilekçeyi telgrafla gönderin” dedi ve dilekçeyi yalnız benim imzamla telgraf olarak gönderdik. Aynı gün Le Mond’da çıkan bir haberde İstanbul Barosu’nun tüm yöneticilerinin gözaltına alındığı bildirilmişti. Cunta, bu haberi yalanlayarak yalnız suça karışanların yakalandığını, diğerlerinin serbest olduğunu bildirince biz aranma listesinden çıkarılmış olduk.
İstanbul barosunun mücadelesi bundan sonra özellikle rahmetli Apaydın ve birkaç ay sonra tahliye edilen arkadaşlarımızla birlikte yönetim kurulunun özverili ve sağduyulu çalışmaları sonucu çok etkili olmaya başladı. Gerek Avrupa Parlamentosu, gerek ICFTU, ETUC gibi uluslararası işçi sendikaları, Uluslararası Adli Müzaharet Birliği, Uluslararası Af Örgütü (Amnesty), Baltık Ülkeleri İşçi Sendikaları, çeşitli ülkelerin parlamentoları ve daha birçok ulusal kuruluşun destekleri hep arkamızda oldu. Biz yurt dışına çıkamıyorduk ama onlar her gelişlerinde mutlaka baroya uğrarlardı ve dışarıda yapılan baskıları anlatırlardı. Bu sayede baro, sonuna kadar ayakta kaldı.
Tabii bu dönemi bir yazının sınırları içinde anlatmak mümkün değil. Yalnız bir konuya kısaca değinip bitireceğim.
Gerek darbe öncesi Sıkıyönetim döneminde gerekse darbeden sonra hukuk nispeten iyi idi. Örneğin yukarıda değindiğim Mehmet Önsoy’un aç kalarak intihar ettiğine dair takipsizlik kararına itiraz edip işkence ile öldüğü yolunda dava açabildik. Mahkemelerde birçok olumsuzluğa rağmen tanık dinletebiliyor, iyi kararlar alabiliyorduk. Doksan güne varan gözaltı vardı ama yıllar süren iddianamesiz tutuklamalar olmuyordu.
Bu çalışmalar sırasında eşi merhum Ahmet İsvan hapisteyken rahmetli Reha İsvan’ın ve Mehmet İsvan’ın dış ilişkilerdeki yazışma ve tercümanlıklardaki yardımlarını şükranla anmak isterim.