Ders kitaplarında anlatılan uydurma kahramanlık masallarından oluşan resmi tarihin aksine, halkların hafızasına kazınan, kuşaktan kuşağa, dilden dile aktarılan gayriresmî tarih gerçekte acıların, kıyımların anıları ve destansı direnişlerin hikâyeleri ile doludur. Acılar kimi zaman şiirimsi anlatımlar ve destansı ağıtların perdesinde aktarılırken kimi zaman rakamların ve resimlerin acımasızlığıyla kendilerini ortaya koyarlar. En güzel şiirlerin ve önemli romanların ciddi bir kısmının hapishane edebiyatından çıkmış olması tesadüf değildir. Şiirin ve edebiyatın işi unutulmasınlar, zamanın tozlarına karışıp kaybolmasınlar diye acıların tutanağını tutmaktır. Resmî kalemlerin ezilenlerin tarihini yazdığı dönemlerde edebiyatın ezilenlerin esas silahı olması ve yaşananların yeni kuşaklara taşınmasında temel rol alması bundandır. Bu yüzden ezilenlerin sanatı acıyla yoğrulmuştur.
Her 12 Eylül’de olduğu gibi bu 12 Eylül’de de sosyal medya paylaşımları ve gazete yazılarında, sanatın inceliği, fotoğraf ve rakamların kabalığı ve bıktıran bir mağduriyet dili ile yeniden dile getirildi. Gözaltı, tutuklama, fişleme rakamlarının yer aldığı istatistikler, işkence ve idam sehpalarında ortaya konulan büyük direnişlere dair anlatılar ve elbette hapishane resimleri değişik görseller eşliğinde gündeme getirildi. Halka ve devrimcilere yaşatılan zulüm resmedilip cuntacılara beddualar okunurken büyük ve korkunç bir mağduriyet görüntüsü resmedildi. Tarih, ana amacından uzaklaştırılarak neredeyse egemenlerin resmi tarihinin karşısına bir çeşit solun resmi tarihi çıkarıldı. Egemenlerin kahramanlık hikâyelerinin karşısına mağduriyet ve direniş hikâyeleri kaydedildi. Oysa ezilenlerin tarihi zulmün kol gezdiği kıyımlardan ve acılardan, ağır ihanetlerden ibaret değildir. Söz konusu tarih; büyük direnişler, isyanlar, dayanışma öyküleri ve güne yol gösteren cüretkâr karşı koyuşların, geliştirilmesi gereken değerlerin, ders çıkarılması gereken yanlışlıkların tarihidir.
İster edebi anlatımların, acılı fotoğraf ve vahşi rakamların acımasızlığında ister belgelerin ve kayıtlara geçmiş gerçekliliklerin dile getirilmesinde olsun; tarihsel anlatım yaşanmışlığı resmederken, onun tekrar ettirilmesini engelleme amacı taşır. Gerçek işleri dünyayı değiştirmek olan devrimciler, ne acıların tutanakçısı ne de masalımsı tarih aktarıcıları değildir. Onlar için tarih ne geçmişin acılarına gözyaşı dökülen bir ağlama duvarı ne de büyük direnişlerin gölgesinde avunulan masal ağacı değildir. Tarih; günü anlamanın, geleceği kurgulamanın bir aracıdır.
Söz konusu günü anlamak ve gelmekte olanı görüp ona göre konumlanmak olduğu anda her tarih okuması kaçınılmaz olarak geçmişe günün penceresinden bakmak durumunda kalır. Doğal olarak yaşanmış olanla yaşanmakta olan arasında bir diyalektik kurarak yaşanacak olana odaklanır. Yaşanmış olan acıların aktarılmasından çok aynı acıların tekrar yaşanmasını engellemek üzerinden yoğunlaşır. Böyle bakıldığında elbette unutulmasın, silinip kaybolmasın diye, 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü tüm zulmü ile hafızalara kazınmalı ve yaşananlar sürekli hatırlatılarak yeni kuşaklara taşınmalıdır. Ancak saray zorbalığının doruk yaptığı ve kalıcılaşmak için her çeşit barbarlığı göze aldığı, yaşanılan sürecin 12 Eylül dönemiyle kıyaslandığı dönemde esas olarak tartışılması gereken, aynı acıları yaşamamak için ne yapılması gerektiği olmalıdır.
Devrimci hareketlerin neden tankların sokağa çıktığı süreçte bile yan yana gelmeyi beceremediği ve kitleleri cuntanın zoru karşısında savunmasız bıraktığı sorgulanmalıdır. Koca koca örgütsel yapıların pek çoğu nerdeyse hiçbir direniş göstermeden teslimiyet bayrağını çekmiş, toplumsal hareket neredeyse ani bir felç olma durumu ile karşılaşmıştır. Neredeyse bağıra bağıra gelen darbe karşısında bu hazırlıksızlık ve felç durumunun affedilebilir, mazur görülecek bir durum olmadığı kabul edilmelidir. Aynı şekilde cuntanın sokağı istila ettiği koşullarda hiçbir derinliği olmayan uzun tartışmalar sonrası cuntaya karşı bir birlikteliğin sağlanamamış olması sadece ders çıkarılacak bir durum olmaktan öte anlam taşımaktadır. Sol içi rekabetin gözleri kör etmesinin, sosyalist hareket ve sınıf mücadelesini uzun yıllar etkisi altına alacak büyük bir yıkıma yol açtığı, benzer bir süreçte, benzer bir körleşmenin benzer ve belki de daha ağır acıların tekrarı ile sonuçlanacağı görülmelidir. Elbette 12 Eylül anılacak ve tartışılacaksa o karanlık süreçte ortak mücadele hattında yan yana gelemeyen devrimci hareketlerin bugün daha elverişsiz koşullarda neden yan yana gelmediği sorusu sorulmalı ve cevabı üretilmelidir. Tabii ki burada örgütsel yapılar kadar bugün örgütsel yapıları fazlasıyla zorlama potansiyeli taşıyan bireysel inisiyatiflerin de benzer soruları sorması gerekmektedir. Saraya ve sermayeye karşı işçi sınıfı ve ezilen halklara umut olabilecek bir adresin oluşturulması görevi artık sadece sosyalist yapıların değil süreci tarihsel bir perspektifle okuyan herkesin sorumluğu haline gelmiş bulunuyor.
Sadece zulüm son bulsun diye değil daha emekten ve özgürlükten yana bir dünya kurulsun diye vakit geçirmeden harekete geçmek gerekiyor. Tarihten ders çıkarmasını bilmeyenler onu tekrar etmeye mahkûmdurlar. Sol, kendi kendisiyle ve hatalarıyla yüzleşmesini becermek durumundadır.