Dün paylaştığım yazımda 11 Eylül 1973’te Şili’de yapılan askeri darbeye değinmiş ve bu darbe ve bu dönemde yapılan diğer darbeleri ABD emperyalizmi ile doğrudan ilişkilendiren bir bakış açısına (1) yer vermiştim.
Bu bakış açısına göre; 1960 sömürgecilik sonrasında iktidara gelen Ulusal Kalkınmacı Yönetimler (batılı kapitalist ülkelerin çıkarlarına ters düşen strateji ve politikalar izlediklerinden) başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler tarafından düşman olarak ilan edildiler ve bu yüzden de CIA destekli askeri darbelerle devrildiler.
Bu yazım ile ilgili olarak, Türkiye’deki 12 Eylül 1980 darbesi ve özellikle de 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimini kapsamadığı, dolayısıyla da eksik olduğu yönünde eleştiriler alınca bu yazıyı kaleme almak gerekli oldu.
Darbelerin Ekonomik ve Politik nedenleri
Öncelikle vurgulanması gereken bir konu var. Dün yer verdiğim Ulusal Kalkınmacı bakış açısında yapıldığı gibi, tüm darbeleri sadece ülke yönetimlerinin emperyalizmle ters düşmesi ya da çatışması ile açıklamak doğru değil. 1960 sonrası özellikle Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerde ABD emperyalizminin ve NATO’nun payı elbette çok büyük. Çünkü (ekonomik-parasal ilişkileri bir yana bırakın) darbeciler ve temsil ettiği ordular doğrudan Pentagon ve NATO ile ilişkililer.
Ancak darbelere neden olan diğer bazı (daha ziyade içsel) ekonomik ve politik faktörler de söz konusu. Bunların başında kuşkusuz derin ekonomik krizler ve politik krizler geliyor. Bunların her ikisi de örneğin 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinde son derece etkili olmuşken, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve ardından 20 Temmuz OHAL ile gelen ve genelde sivil darbe olarak nitelendirilen gelişmede ekonomik faktörden ziyade politik kriz etkili oldu.
12 Eylül 1980 Darbesi’ne giden süreç: Ekonomik ve Politik Kriz
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasındaki askeri yönetim döneminde resmi kayıtlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılandı. Bu dönemde, 1 milyon 683 kişi fişlenirken, binlerce kamu görevlisi 1402 Sayılı Kanun gereğince kamu görevinden mahrum edildi. Tespit edilebilen gözaltında ya da hapishanelerde, işkence vb. yöntemlerle ölüm sayısı 229 oldu. 700 kişinin idamı istendi ve bunlardan 50’si (17 ‘si siyasi hükümlü olmak üzere) idam edildi (2).
12 Eylül Askeri Darbesi öncesinde dünya kapitalizmi uzun süren bir iktisadi durgunluk, Türkiye ekonomisi ise derin bir iktisadi ve politik kriz içindeydi. Türkiye’nin krizi aslında 1962’den itibaren uygulamakta olan kapitalist ithal ikameci büyüme modelinin (en azından Türkiye’deki versiyonunun), bir kriziydi ve kendisini döviz krizi biçiminde gösteriyordu.
Yani ağırlıklı olarak iç pazara, dolayısıyla belli düzeyde satın alma gücünü garantileyen göreli olarak yüksek işçi ve memur ücretlerine dayalı ithal ikameci birikim ve büyüme stratejisi 1970’lerin ortalarından itibaren hem iç hem de dış ekonomik nedenlerden dolayı krize girdi. Sermaye birikim rejimini bu krizden çıkartmak ancak yeni bir birikim rejimi ile mümkün olabilirdi. Bu artık iç pazara değil, kapitalist küreselleşmeye paralel olarak, dış pazara dayanan bir model olmak durumundaydı. Bu modelin ekonomi-politik temelini ise rekabetçi işçi ücretleri (yani düşük ücretler), işçi sınıfının örgütlerinin dağıtılması ve genel olarak hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması oluşturuyordu.
Krizden çıkış için önce 24 Ocak 1980 Kararları adı altında IMF-Dünya Bankası kaynaklı istikrar tedbirleri ve yapısal uyum programları uygulandı. Bu kararlar Türkiye’yi hızla küreselleşen kapitalizme -emperyalizme yeni ve daha sağlam bir biçimde eklemlemeyi hedefleyen kararlardı. Bu kararların hayata geçirilebilmesi için (aksak işlese de) mevcut parlamenter demokratik rejimin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü işçi sınıf hareketi ve sendikalar güçlenmiş, toplumsal muhalefet ayağa kalkmıştı. On binlerce işçi grevdeydi. İşçi ve emekçilerin haklarını, ekonomik ve politik örgütlerini ortadan kaldıran bir tür açık diktatörlüğe ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı 12 Eylül Askeri Darbesi ile kurulan askeri diktatörlük karşıladı.
Bu süreçte, bu kararlara ve bu kararları uygulayan askeri ve sivil yönetimlere uluslararası sermaye, emperyalist devletler, IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar da destek verdiler.
24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün sonucunda; Türkiye ekonomisinin makroekonomik performansı artırıldı; yerli ve uluslararası sermayenin kârlılığı restore edildi ve ekonomi yeniden dış borç geri ödemesi yapabilir hale getirildi. Bunun faturası ise (açık diktatörlük şartlarında) işçi ve emekçi sınıflara ödettirildi. İşçilerin reel ücretleri ve köylülerin gelirleri düştü, gelir dağılımı daha da bozuldu. Düşük ücret, yüksek reel faiz, zamlar ve devalüasyonlar ile halk daha da yoksullaştırıldığı gibi, ekonomik ve demokratik haklarından mahrum bırakılarak askeri diktatörlük altında ağır bir zulme uğratıldı (3).
Darbeden bu yana geçen otuz dokuz yıl boyunca Türkiye Neo-liberal politikalara teslim edilerek bir bütün olarak hızla dönüştürüldü, özelleştirmeler ve serbestleştirme politikalarıyla ekonomi küresel kapitalizme ve emperyalizme daha da bağımlı hale getirildi, kalkınma ve sanayileşme çabalarından vazgeçildi.
15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi ve OHAL
Bu darbeden sonra da ülkede post modern darbeler gerçekleşti. En sonuncusu ‘15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi’ olarak tarihe geçti. Bazılarına göre ‘kontrollü bir darbe’ olan bu girişim 12 Eylül 1980 darbesi öncesindeki gibi ekonomik kriz koşullarının yol açtığı bir darbe değildi.
Çünkü darbe öncesi yıla göre, darbe yılının ilk 6 ayında borsa yüzde 15 yükselmiş, yabancı sermaye girişleri son yılların en yüksek seviyesine ulaşmış ve 10 yıllık devlet tahvillerinin faizleri de geçen yıllara göre düşmüştü.
Kısaca 15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ardındaki faktör ekonomik krizden ziyade politik krizdi. Bu krizin bir ayağı 2013 yılından o yana iyice belirginleşen FETÖ-AKP çatışmasıydı. Diğer ayağı ise Orta Doğu’da Türkiye’nin de parçası haline geldiği savaşla birlikte iyice karmaşık bir hal alan Kürt Sorunuydu. Öyle ki 2015 yılında çatışmasızlık sürecine son verip savaş konseptine geri dönüşü sağlayan üst akıl darbe mekaniğini de harekete geçirdi.
Darbe girişiminden sadece 1 hafta sonra ilan edilen OHAL ve devreye sokulan KHK’ler neo-liberal, neo-popülist ve neo-otoriter bir rejimin kurulmasının ilk adımları oldu. Geçen 3 yıl boyunca parlamenter demokrasi ortadan kaldırılıp, güç ve iktidarın tek elde toplanmasına izin veren bir Türk Tipi Başkanlık Sistemi kuruldu.
OHAL döneminin yol açtığı çok ağır insani, sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetleri görebilmek için ise çarpıcı bir yazıya (4) ve geniş çaplı bir araştırmaya dayalı olarak hazırlanan 993 sayfalık raporu incelemek yeterli (5).
Yeni rejim altında da politik kriz atlatılamadığı gibi, ekonomi derin bir krize sürüklendi.
2016 yılı ekonomik olarak kayıp yıl sayılırken, 2017 yılında, biraz yeni büyüme hesaplama yönteminin etkisi, biraz da Kredi Garanti Fonu’nun devasa boyutlara ulaşan kredileriyle ekonomi hormonlu bir biçimde büyütüldü. Ancak 2018 yılından itibaren ekonomi sert biçimde yavaşladı ve tüm parasal ve reel göstergelere göre derin bir kriz girdi. Yani bu kez politik kriz ekonomik krizi tetikledi. Bu süreç hala devam ediyor.
DİP NOTLAR:
- Jason Hickel, The Divide-A brief Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 112-133.
- Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.
- Agm.
- Nejla Kurul, “KHK’lilerin yası tutulabilir mi?”, https://www.gazeteduvar.com.tr (20 Temmuz 2019).
- Mağdurlar İçin Adalet Topluluğu, İkinci Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu (Ocak 2019).