Samuel Huntington adı, “medeniyetler çatışması” tezi ile bilinir. Oysa Huntington’ın rüştünü ispatı bu tezden çok öncesine, 1970’lerin başında öncülük ettiği “modernleşme revizyonizmi” tezine dayanır. Bu tez, modernleşme ekolünün iyimserliğini eleştirir. Ülkeleri değerlendirirken ele alınması gereken ölçüt şöyle formüle edilir: “Önemli olan yönetim biçimi değil hükûmet etme derecesidir.”
24 Haziran 2018 seçimleri ile kuruluşu tescillenen yeni rejim, en çok meşrulaştırma teknikleri ve sürdürülebilirlik ihtimali açısından sorgulanacağa benziyor. Çünkü görece çoğulcu bir geleneğin üzerine giydirilmeye çalışılan monolitik siyasal yapı altında toplumun yönetilebilirliği ciddi bir soru işareti oluşturuyor.
Yeni rejimin kendini meşrulaştırma teknikleri arasında dış destek arayışları önemli bir yer tutuyor. Uluslararası meşruiyet kaynakları başlığı altında birkaç gösterge dikkat çekici. Her biri tartışmalı seçimlerle iktidara gelmiş Putin, Trump ve Erdoğan’ın oluşturduğu “muhteşem üçlü” tablosu ile başlayabiliriz. Bunlara, Avrupa’nın özellikle doğusunda egemen olan sağ popülist otoriter (örneğin Macaristan’da Urban) dalgayı ekleyebiliriz.
Bu ilk gözlemin ardından, “modernleşme revizyonizmi” ekolünün mantığını izleyerek küresel kapitalist odakların orta ve alt gelir grubu ülkelerle iş yaparken demokratik çoğulluk (ya da karmaşa) yerine muhatap olarak tek bir merkezi hatta mümkünse tek kişiyi tercih etmekte olduğu gözlemini not edelim. Aynı tercih, jeopolitik alanında büyük küresel güçler açısından da geçerli. Mısır’da örneğin, seçimle işbaşına gelmiş ve iktidarını konsolide etme çabası içinde ter döken Mursi yerine ona karşı darbe yapan Sisi’nin tercih edilmesinde siyasal /ideolojik kaygılar yanında bu bakışın etkili olduğu gözlemlenebilir.
Erdoğan hükümetinin son yıllarda Rusya ile yakınlaşma yoluna gittiği herkesin malumu. Bu yakınlaşmanın nedenleri, dinamikleri ve olası sonuçları ayrı bir analiz gerektiriyor ve tabi ki kurulmakta olan Reis Rejimi için önemli bir dış destek. Ama Erdoğan, seçim sürecinde başka bir ülkeyi, İngiltere’yi ziyaret etti. Kraliçe ile Buckingham Sarayı’nda bir araya gelme, Başbakan May’le görüşme ardından ortak basın toplantısı ve Chatham House toplantısı ile oldukça kapsamlı bir ziyaretti. Peki, Erdoğan’ın hayati bir seçim kampanyasının ortasında işi gücü bırakıp Londra’ya uçmasını nasıl yorumlamalı?
Mayıs ortasında gerçekleşen bu ziyaret, dövizde ani yükseliş anı ile örtüştüğünden hep ekonomik yönüyle değerlendirildi. Özellikle 15 Temmuz sonrası gerçekleşen devasa sermaye el değiştirmelerinin tekrarlanmayacağı yolunda İngiltere finans çevrelerine güvence verildiğini okuduk dış basından. Öte yandan, Erdoğan’ın yaptığı düşük faizde ısrar açıklamaları eleştirel haber konusu oldu. Merkez Bankası Başkanı ile Başbakan Yardımcısı ikinci bir ziyaret gerçekleştirerek muhtemel hasarı hemen onardı. Bunlar gördüğümüz haberler ve ziyaretin sembolik ve siyasal boyutları hakkında pek bir şey söylemiyor.
Ziyaretin gerçekleşme zamanı, küresel bir gücün yaklaşan seçimlerdeki tercihini yansıtması açısından sembolik değer taşıyor. İngiltere, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini uzun süredir destekliyor. İngiltere’de güç kazanan Avro-skeptizm, Haziran 2015’te bir referandum ile üyelikten ayrılmasına (Brexit) yol açtığından bu yana, AB ile ilişkilerinin gelecekteki niteliği üzerine bir arayış içinde. Burada da gözlerin Türkiye’ye çevrilmesi kaçınılmaz. Gümrük birliği, serbest dolaşım, “ayrıcalıklı ortaklık” gibi Türkiye kamuoyunu uzun yıllardır meşgul etmiş olan başlıklar, bugün İngiltere’de tartışılıyor. İki ülkenin buluşma noktalarından biri olan AB ile ilişkiler, ziyaretin önemli konularından biri olmamışsa şaşırmak gerekir. Avrupa’nın iki uç kenarında zıt sebeplerle de olsa adeta kader birliği etmiş iki ülke…
Bir başka ortak nokta, ABD ile uzun süredir devam eden askeri ve siyasal müttefiklik statüsü. AB ülkeleri tarafından hor görülen Erdoğan’ın, Amerikan yönetimi ile de arası, Rusya yakınlaşması ve Suriye politikası nedenleriyle gergin. İngiltere ise, tansiyonun yükselme anlarında devreye girebilecek bir dost ülke rolü kazanma yolunda olduğu izlenimi veriyor. Türkiye üzerinde İngiltere etkisinin giderek artan ölçüde hissedileceği bir döneme giriyor olabiliriz.
İç siyaset alanında Londra’da neler konuşulmuş olabilir? Türkiye’de gerçekleşecek başkanlık sistemi dönüşümüne “demokrasinin beşiğinden” nasıl bir katkı sunulmuştur? Örneğin 1. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’da manda ve himaye altına alınmış ülkelere İngiltere’nin biçtiği model bir opsiyon mudur? Nasır öncesi Mısır, Baas öncesi Irak ve halen yürürlükte olan Ürdün rejimi gibi. Aslında Ürdün’deki siyasal sisteme dikkatli bir bakış, Reis Rejimi’nin neyi model aldığı hakkında önemli veriler sunacaktır.
İngiltere deyip geçmemek gerek…