Türkiye’nin yaklaşık yüz yıllık tarihi içinde AKP’li 18 yıl, güzel ve hoş sözcüklerle anlatılabilir mi? Geceler vardır şiirinde ifade edildiği gibi Şehr-i İstanbul feth olunmuş ve bir çağ kapanmış, başka bir çağ açılmış mıdır? Bu sorulara olumlu cevap vermek güç. Bütçenin kırıntıları ile desteklenmiş ve bağımlı hale getirilmiş yoksul mütedeyyin AKP tabanı için bile 18 yılın refah içinde geçtiği söylenemez. AKP’ye oy veren emekçilerin önemli bir kısmının düşük ücretli, güvencesiz, sendikasız ve güçsüz olduğu, işsizlerin ise bağımlı ve itaatkâr bir yaşam sürdürdüğü biliniyor. Kapitalizmle eklemlenmiş siyasal İslam’cı dönem, özellikle AKP’nin çıldırdığı ve MHP’ye yaklaştığı 7 Haziran seçimlerini 1 Kasım’a bağlayan günler, dönemin Başbakanı Davutoğlu’nu bile sorgulatıyor: “Konuşursam insan içine çıkamazlar.” 18. yılın özeti: insan içine çıkamayacak politik özneler, kalabalık mitingler, bayraklar, camiler, yollar, köprüler, gökdelenler, uçaklar, helikopterler, trenler ve “açık ara tek başına” Erdoğan fotoğraflarıyla dolu 18.Yıl Marşı. Yükselen tek şey, tek oluş halleri. 18. yılında İstanbul’u ve diğer büyükşehirleri kaybetmiş, meşruiyetini yitirdiği için zorbalıklara başlamış bir AKP var artık. Böylece ne bir çağ kapandı ne de bir çağ açıldı, gelecek sürüyor.
Görme duyumuz bu 18 yıl içinde yoruldu: haksızlıklarla tıka basa dolu cezaevleri, aç gözlü gökdelenler, çirkin betonlaşma, doğal ve tarihsel varlıkların güç ve paraya çevrimi, inşaatlar ve madenlerde işçi ölümleri, en yakınındaki erkeklerce öldürülen kadınlar, acı çeken çocuklar, işsiz gençler, KHK’liler. Yaşadığımız kentlerde bizleri bir dönem sosyal devletinin kırıntıları mutlu ediyor ancak.
İşitme duyumuz Edvard Munch’ın Çığlık adlı tablosundaki gibi acı veriyor: hanelerden yükselen iniltiler, çığlıklar, hınç ve kin dolu fısıltılar, homurdanmalar, öfkeli haykırışlar, kendi hakikatlerine ilişkin yüksek sesli anlatılar, uzun suskunluklar. Dokunma duyumuz Öteki’ne yabancı: kutuplaştırma, ayrıştırma, ötekileştirme. Koklama duyumuz işgal altında: ormanlardan gelen yanık kokusu, otomobil merkezli hayatların kokusu, Kürt coğrafyasından, Suriye’den gelen savaşın kokusu.
AKP’li yıllar, duyularımızın en Kötü’ye alıştığı yıllar oldu. Gözler çirkinliklere, kulaklar acı ve çığlık seslerine, eller farklı olanları itmeye, dil suskunluğa ve tatsızlığa, burun kötü kokulara alıştı. AKP’nin 18. yılında MHP ile verdiği fotoğraf, devletin hem ideolojik hem de zor aygıtlarıyla doğanın ve sivil/demokratik toplumun üzerine çöküşünü anlatıyor.
AKP hiç iyi bir şey yapmadı mı? Kuşkusuz yaptı, ama bir musibet rolü oynayarak. Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele söylemiyle yola çıktı, şimdi ise bu üç kavramın pratiğinden besleniyor. Varlığını borçlu olduğu ontolojik zemini yok eden bir siyasal varlık olarak AKP kendini de yok ediyor. Tıpkı doğaya bağımlı ve onun bir parçası olmasına rağmen, doğayı yok ederken kendi insan türünü de yok eden insan gibi.
Bizler 18 yıl içinde çok musibet yaşadık, yaşadıklarımızın köklerini tarihin dersleri ile harmanladık ve Ataol Behramoğlu’nun dizelerindeki gibi yaşadıklarımızdan çok şey öğrendik. Bu bağlamda, bir musibet bin nasihatten iyidir sözünü de yanımıza alarak AKP ve MHP’nin maksat dışı olsa da Türkiye toplumuna verdiği ‘dersler’ üzerine düşünmenin tam zamanı.
Musibet, nasihat ve dersler
Musibet bir olgu, bir olay, bir hal! Halimiz ortada! Nasihat/öğüt ise bir söylem. Çünkü söylenenlerin değil, yaşanmışlıkların insanlar/yurttaşlar üzerinde güçlü etkileri var. Bir musibet bin nasihatten iyidir sözünün, öğretici olarak pratiği üstün gören bir yanı var. Yani tikel bir olay, evrensel ilkeler olarak sıkça tekrarlanan sözlere göre kişinin daha çok şeyi anlamasına yol açabilir. Diğer bir deyişle kuramın (söylem) heyecanı kuşkusuz var, pratiğin ise aklı. O nedenle imamı değerlendirmek için dediğine değil, ne yaptığına bakmak gerek.
Milliyetçi, siyasal İslamcı ve erkek egemen bir yapı olan İktidar Bloku maksat dışı da olsa “birlikte nasıl yaşayabileceğimiz” konusunda çok şey öğretti. Yapılması gereken şeyler açık: Bu dönemde ne yapıldıysa adeta tersini yapmak. Yapılanlar nelerdi? İktidar hırsıyla sınıfsal, toplumsal cinsiyet, etnik ve dinsel çelişkileri derinleştirmek, ayrışmaları körüklemek, özelleştirmelerle kamunun varlıklarını kendi zenginlerine aktarmak, tarafsız kamusal konuşmaları susturmak, kamuoyuna açık barış ve refah politikaları değil, sırlarla dolu güvenlik politikası izlemek ve otoriter bir Parti-Devlet olarak da bir tarafta yer almak. Bu durum, çokluğun birlikte yaşamasını güçleştiriyor, hatta imkânsızlaştırıyor. Bu nedenle biz tersten sonuçlar üretmeye, hep birlikte nasıl yaşayabileceğimiz konusunda pratiğe yansıyacak politikalar üretmeye devam edelim.
Maksat dışı sonuçlar (!)
Maksat dışı sonuçlar ilkesinin teolojik temellerini Kant açığa çıkarmış. St. Augustine gibi Hıristiyan düşünürlerin geliştirdikleri tarih felsefelerinden. Buna göre bireylerin bilinçsizce geliştirdikleri bencil eylemleri, Tanrı’nın dünya için kurduğu gizli planın amaçlarına hizmet etmesiyle ilişkilendiriliyor. İslami düşüncede bu, Allah’ın kulunu değişik sınavlarla, örneğin kimilerini zenginlikle, kimilerini de yoksullukla sınamasına benziyor.
Adam Smith ise Ulusların Zenginliği’nde (1776) mantık dışı sonuçlar ilkesini analitik bir araca dönüştürüyor. Filozofa göre zenginler boş ve doymak bilmez arzularını tatmin eden eylemleriyle farkında olmadan, bilmeden toplumun çıkarlarına hizmet ederler (1). Bu ilkeyi Marx ve Engels yoksullar ve ezilenler açısından okuyor. Komünist Manifesto’da filozoflar burjuvazinin yarattığı şeyin hiç arzu etmese de, kendi mezar kazıcıları olduğunu ileri sürüyor. Maksat dışı sonuçlar AKP-MHP ittifakı istemese bile, aleyhlerine olsa da, ortaya çıkışını engelleyemedikleri kuram ve pratiklerdir.
Türkiye şüpheli bir referandumla parlamenter demokrasi ile yollarını ayırdı. Ekonomik ve politik gücün, Türkiye hiyerarşisinin tepesine yerleştirilen Saray’da toplanması, dolayısıyla yeni merkezde yığılması ve iktidarın CEO-Hükümete teslim edilmesi dışında bir işlevi olmayan Türk tipi başkanlık rejimine geçildi. Yeni düzenin temsilcileri olarak İktidar Bloku, kapitalist aksiyomatik ile gündelik yaşamın adeta 24 saatine el koydukça, talancı, ırkçı, siyasal İslamcı ve erkek egemen formlarını dayattıkça, hem doğal ve hem de toplumsal hayatı tahrip ediyor.
Bu cümleyi kanıtlayacak güncel örnekler ne yazık ki çok: Kâr hırsının öldürmekte olduğu Kaz Dağlarını, Salda Gölü’nü, Hasankeyf’i, Munzur’u, Karadeniz’in yaylalarını ve derelerini; iş cinayetlerini, Soma’yı; erkeğin öldürdüğü Emine Bulut’u; otoriter devlet kodlarının yok saydığı Diyarbakır, Mardin ve Van’ın siyasal iradesini anımsamak yetiyor. Toplumun önemli bir kesimi için bu dönem, ekonomik, politik ve sosyal krizlerle, daha da önemlisi iklim krizi ile iç içe yaşanıyor. Bu nedenle doğa ve tarih ikiliğinden sıyrılarak hep birlikte bize ne olacağı sorusu üzerine düşünmek önemli bir sorumluluk. Bu soru başka soruları da çağrıştırıyor:
Devlet nedir? Devlet kime hizmet eder? Sermaye ve devlet doğanın efendisi midir? Devlet doğa ile insan olmayanlar ile barışabilir mi? Söylenenlerin aksine devletle uğraşılabilir mi? Devletin zenginler (beyaz ve yeşil sermayenin) ve yoksullarla ilişkileri nelerdir? Zenginler ve yöneticiler bencillik ve aç gözlülüklerinde sınır tanımadıklarında onu denetleyecek ve uyaracak kurumlar ve mekanizmalar var mıdır? Devlet adaleti sağlama işlevini yitirdiğinde, ona kim ve hangi kurum “yapma! dur!” diyecektir? Hâlihazırda işleyen eril devlet aklı, kadınlarla barışabilir mi? Devlet Türk olmayanlarla, Kürtlerle barışabilir mi?
Musibetin öğrettiği şeyler nelerdir?
Kapitalist makine, özel mülkiyetçi/piyasacı sözleşmeye dayanır, devletin ve emekçilerin yardımı ve rızası olmadan da işlevini sürdüremez. Yani devlet aygıtının aracılığı olmaksızın sömürü devam edemez. Emekçilerin rızası bir biçimde alınıyor, bunda işçiler ve emekçiler olarak kendimizi sorgulamalıyız, ama devlet bunun neresindedir?
Kapitalizm koşullarında devlet, bazıları için sermaye birikimi ve mülk edinimini kolaylaştırıyor. Güncel kanıtlarımız mı? Bunu 17-25 Aralık 2013’te ayan beyan izledik. “Ayakkabı kutuları” gerçekti, bu kutular yolsuzluğun simgesi artık! Bir de yeni dolar milyarderlerine bakalım. Forbes’in son istatistiklerine göre Türkiye’nin 41 dolar milyarderi var, bunların çoğu AKP döneminde ortaya çıkmış zenginler. Devlet, Anadolu sermayesi olarak bilinen sermaye gruplarıyla birlikte yürüyor, inşaat sektörü, enerji ve bununla bağlantılı finans kapital gözde sektörler. İktidar hep aynı şirketlerle çalışıyor: Limak, Cengiz, Kolin, Kalyon, Mapa. On milyarlarca liralık altyapı ihaleleri bu şirketlere veriliyor. Tüm teşviklerden ağırlıklı olarak bu şirketler yararlanıyor, bunlardan daha az vergi alınıyor, bu şirketlere ucuz, yani düşük faizli kredi sağlanıyor. Bu şirketlerin dış borçlarında devlet garantör oluyor. Devlet ile sermayenin işbirliğini daha iyi anlamak için Çiğdem Toker ile Bahadır Özgür’ün yazılarını okumak yeterli.
Öğrendik ki siyasal iktidar eliyle devlet yurttaşlarına tarafsız davranmıyor. İktidar Bloku, toplumun yarısından fazlasını karşısına almış, talancı ve tarafgir, bu nedenle de ayrımcı bir iktidar. Parti-Devlet her zaman haklıdır sözleşmesi yurttaşların üzerine çökmüş görünüyor. İktidar, kendisine itaat etmeyen herkesi ‘terörist’ olarak yaftalayabiliyor. Yıllarca birlikte çalıştığı Gülen Cemaati ile ilişkileri bozulunca, 15 Temmuz’daki darbe girişimine ve şiddete hiç bulaşmamış yüz binlerce mütedeyyin yurttaşı terörist ilan edilebiliyor. Bununla kalmıyor, tüm muhalefeti ‘terörist’ olmakla itham ediyor. Şimdilerde iktidar, geride kalan cemaatlerle kol kola devleti yönetiyor. Bu durumda normu koyalım: “devletler yurttaşları karşısında tarafsız olmalıdır.” Bu hangi koşullarda olabilir? Devletlerin ‘tarafsızlığı, ancak onu denetleyebilecek sınıfsal, toplumsal cinsiyet, inanç, gençlik ve ekolojiyi içeren demokratik örgütlenmelerin arkasında olduğu, güçlerin ayrılığı ilkesi ve denetleme ve denge mekanizmaları ile belli ölçülerde başarabilir. Asıl olarak devleti denetleyebilecek güç, çoğulcu bir Anayasa’nın güvencesi altında çoğul, etkin ve özerk yurttaşlar ile onların taban örgütlenmeleridir.
Öğrendik ki burjuva demokrasileri ve piyasa ekonomilerinde devlet, sermaye grupları ve sivil örgütlenmeler arasında yakın ilişkiler vardır. Neo-liberal devletin üstyapısal niteliği değiştiğinde, iktidar kendine yakın yeni bir sermaye grubunu beslemeye başlıyor, kendine yakın sivil toplum örgütlenmeleri, vakıflar, dernekler, sendikalar yaratıyor. Olağanüstü Hal ile bu uygulamalar çok daha kolay biçimde yapılıyor. Eski sermaye grupları sindiriliyor, kendinden olmayan sivil toplum örgütlenmeleri kapatılıyor ya da etkisizleştiriliyor. Medya, Parti-Devletin denetimi altına alınıyor.
Öğrendiğimiz başka bir şey, ekonomik ve politik gücün belli bir merkezde yoğunlaşması, tek bir kişinin ya da oligarşik bir grubun elinde birikmesi, yurttaşların büyük bir kısmının aleyhine sonuçlar üretiyor. Bu otoriter bir yönelim! Artık biliyoruz ki güç tek merkezde toplandığında; evde babada, işyerinde patronda, sivil toplum ve siyasette liderde, devlette Saray ya da Erdoğan’da kamusal tartışmalar yürüterek doğruyu söylemek ve yapmak güçleşiyor.
Oysa demokrasilerle, çeşitli katılım mekanizmalarıyla ekonomik ve politik güç tabana doğru akar ve yayılır. Politik güç olabildiğince yerellere, yurttaşlara ve demokratik topluma doğru aktarılabilir, bu bölünme ya da parçalanma değil, yerelin kendini gerçekleştirebilmesi nedeniyle beraber oluşa neden olur. Ne var ki bu da yetmez, yerel kamusal demokratik ağlar, düzenli olarak kamu yararının gözetilip gözetilmediğini denetlemelidir. Bu süreç duyarlı, etkin ve örgütlü bir yurttaşlık gerektirir. Bu koşullar olmadığı için İstanbul seçimleri ikinci kez yaptırıldı. Diyarbakır, Van ve Mardin belediyelerine sorgusuz, sualsiz ve hukuksuz bir biçimde kayyumlar atandı.
Erkeklik sözleşmesi
AKP döneminde daha da görünür olan bir başka olgu, siyasal iktidarın erkek egemen oluşudur. Erkeklik sözleşmesi, kendini pratiğe hiç bu kadar yansıtmamıştı. Politik yaşamın hemen her akışında ortaya çıkan fotoğraflar, erkek imgesini açığa çıkarıyor. Muhtar toplantıları, AKP ve MHP’nin grup toplantıları, hatta CHP’nin belediye başkanları bile büyük bir ağırlıkla erkeklerden oluşuyor. Erkeklik sözleşmesinin varlığı, bir taraf olarak Türkiye’nin de imzaladığı İstanbul Sözleşmesi’nin adeta askıya alınması ile kanıtlanıyor. Okullarda ve üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitliği ders ve projeleri ortadan kaldırılıyor, yandaş medyada bu konular işlenmiyor. Patriarkal aile yapısı ve yeniden üretilen cinsiyetçi kodlar nedeniyle gün geçmiyor ki bir kadın en yakınındaki erkek tarafından öldürülmesin.
İktidarın Türkiye’nin Batı’sına öğrettiği siyasal olgulardan bir diğeri Kürt sorununun varlığıdır. Bu sorunun temel nedenlerinden birisi, Kürtler üzerinde Türklük Sözleşmesi’nin yarattığı baskılardır, konuyu anlamak isteyenler için Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi adlı eseri bu konuda iyi bir kaynaktır (2). AKP, Osmanlı’nın Müslümanlık Sözleşmesi’nden aldığı esinle Türklük Sözleşmesi’ni bir süre askıya aldı. Çözüm sürecinde yer aldı. AKP tabanı bu sürece rıza gösterdi. Türkiye kamuoyu, buna çok şiddetli bir tepki vermedi. Çözüm sürecinin devam ettiği dönemde ölüm haberleri gelmedi. Biliniyordu ki Kürtlerin tanınma mücadelesi, cumhuriyet tarihi boyunca üstü örtülerek ve yok sayılarak bertaraf edilmeye çalışılmıştı. Ancak şimdi kral çıplak! AKP uygulamalarından gördük ki “devlet” istediğinde milliyetçiliği geriletip Kürt sorununun çözümü sürecinin önünü açabiliyor, istemediğinde ise birlikte yürüdüğü politik özneleri ‘terörist’ olmakla suçlayıp cezaevine gönderebiliyor. Ve yine öğrendik ki Türkiye yurttaşları barış talep etmedikçe, bu coğrafyada her mekân ve zamanda barış kültürü tesis edilmedikçe sorun çözülmeyecektir.
Bir de fiilen yaşadıklarımız var: artan zamlar, yükselen vergiler, hayatın pahalılaşması, reel ücretlerin düşüşü, devasa boyutlara ulaşan işsizlik (özellikle genç işsizliği), işyerlerinde çok yüzlü ayrımcılıklar, her yerdeki KHK’liler. Gündelik yaşam sürdürülemez duruma geliyor. Anlaşıyor ki AKP-MHP iktidarının ne aklı, ne de duygusu, Türkiye’yi içinde bulunduğu çoklu kriz koşullarından çıkaramaz.
Oysa bizler öğrendik ki sivil/demokratik toplum olarak parti formundaki bu politik makineden çok daha güçlüyüz. Çünkü toplumsal bir beden olarak yaşadıklarımızdan öğreniyor ve küllerimizden yeniden doğuyoruz. Ve mahallelerimizden çıkıp tüm çeşitliliğimiz ile yan yana geldiğimizde, bedenlerimize ve ortak varlıklarımıza yapışmış asalakları tarihin çöplüğüne gönderebiliyoruz. Şimdi sıra, bu demokratik, eşitlikçi ve çoklu toplumsal bedeni, parçası olduğumuz doğaya saygıyı da içerecek biçimde güçlendirmekte. Nasıl olacak bu? Yine bir şiirden öğrenme ile. “Yanlış mı belledim insan sorumluluktur” diyen Gülten Akın’ı anarak ve Öteki’ne duyulan sorumluluğu büyütüp eyleyerek.
Dipnotlar:
(1) Alex Callinicos, Toplum Kuramı, Tarihsel Bir Bakış, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s.40.
(2) Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Ankara: Dipnot
Yayınları, 2018.