Son yıllarda artık iflas ettiği kapitalistlercede kabul edilen kapitalizmin neoliberal uygulamalarına kurumsal işlev kazandıran en önemli araçlarından birisi ‘Sivil Toplum Örgütleri’ (STK) olarak isimlendirilen örgütlenmelerdir. Sermaye örgütleri dahil doğa koruma adına işlev üstlendiğini iddia edenlerden sendikalara hatta siyasi partilere kadar en geniş yelpaze bu çuvalın içine sokulmuştur. Yani herkesin, her türden örgütün aynı çuvalın içinde ve aynı gemiyle yolculuk ettikleri algısı toplumlara dayatılmış ve sınıf farklılıklarının bir önemi olmadığı propagandası işlene gelmektedir.
Gramsci’nin “organik aydınlar” olarak adlandırdığı, kapitalizme ve emperyalizme karşı örgütlü mücadelelerle doğrudan ilişkisi olan yazarlar, gazeteciler ve siyasal iktisatçılar günümüzde artık yok denecek kadar az. Halen kapitalizme karşı olduklarını iddia edenlerin dahi örgütsüzlüğü savunabildiği görülürken, büyük çoğunluk ise kapitalizmin fonlarla beslediği araştırmacılar rollerine büründükleri görülmektedir. Foucault, kendi dar mesleki arzularının tutsakları haline gelen son yılların aydınları için enstitüleşmiş aydınlar tanımlamasında bulunur.
Üniversitelerde araştırma fonlarının tamamı kapitalist fonların ihtiyaçlarına göre bir işlev üstlenmektedir. Bilimsel öğrenim görme arzusuyla üniversitelere giren öğrencilerin, hatta meslek liseleri sermayenin verdiği günlük işleri yapan birer atölyeye dönüşürken öğrenciler ise bu duruma mezun olduklarında iş bulacakları vaatleri ile boyun eğdirilmekteler. Örneğin şehir bölge planlama bölümleri, öğrencilerin emekleri üzerinden ortaya çıkan verileri veya planları ders programı dahilinde yaptırdıklarını iddia etselerde durumun hiç de böyle olmadığı bilinmekte. Ortaya çıkan sonuçlar üzerinde düzeltmeler yapan üniversiteler veya bazı hocalar bu işler üzerinden nemalandıkları izlenmektedir.
Üniversitelerin özeti bu! ya STK’ler ne durumda dersiniz? Fon peşinde koşan STK sayısı azımsanmayacak sayıdadır. Demokratik kitle örgütlerinden sayıca çok daha fazladırlar. Bu fazlalıkla örneğin doğal yaşamı korumak adına oluşturulan platform ve birliklerde ağırlıklı yer tutarlarken fonlayanların hedeflerine örgütleri yedeklemek gibi bir işlev üstlenmektedirler. Geçtiğimiz haftaki yazımızda belirttiğimiz 30 milyon dolarlık Kaz Dağları projesi, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız olguların bir parçasıdır.
FAO, Tarım ve Orman Bakanlığı ve Doğa Koruma ve Milli Parklar (DKMP) tarafından hazırlanan ve bölge STK’leri ile bazı üniversitelerinde ortaklaşacağı, “Kaz Dağları’nda Biyoçeşitliliğin Korunması ve Sürdürülebilir Orman Yönetimi” projesi için bir araya geldiler. Projenin bütçesi 30 milyon dolar. Bunun 5 milyon dolarını GEF (Global Enviroment Facilities – Küresel Çevre Fonu), kalanını Türkiye karşılayacak. Kaz Dağları çevresinde yaklaşık 35 bin hektar korunan alan (millipark) ve 150 bin hektar orman arazisini kapsayan toplamda 180 bin hektarlık bir alanda uygulanacak projenin süresi de 48 ay. Bu ormanlık arazi içine Kirazlı girmiyor. Ancak 75 adet RES’in kurulacağı Eybek Tepesi proje kapsamının içinde yer alıyor.
Kirazlı’da nöbet tutulan ve 200 bin ağacın kesildiği maden alanı proje dışında. Ancak bir gerçek var Kaz Dağları bir ekosistem. Yani cetvelle üzerinde haritalar oluşturmak bir saçmalık. Fakat bu saçmalık teammüden işletiliyor. Proje dahilinde ‘temiz’ enerji hem STK’ler hem de üniversiteler açısından bir sıkıntı oluşturmuyor. Bu projeye dahil olanlar Kaz Dağları direnişine yüzünü çeviremeyecek ve maden karşıtlığının kent merkezlerine ve salonlara hapsedilmesini sağlamak görevleri olacak. Sürdürülebilir kavramı ile RES’ler kapsam içine alınırken konaklama tesisleri, millet bahçeleri vb. etkinlerin buralarda da boy göstermesi ve ‘yüksek kamu yararı’ ile baraj ve madenlerinde ‘dikkatli’ üretim yapmaları halinde desteklenecek.
Hatırlamakta yarar var, DKMP tarafından başlatılan ‘biyolojik çeşitliliğin kayıt altına alınarak bu bilgilere erişimin düzenlenmesi’ pojesi tüm Türkiye’de 3 yıl önce başlatıldı. Kaz Dağları’nda bu proje bittiğinde burada da süreç tamamlanmış olacak. Bu kayıt işleminin hedefiyse şöyle belirtiliyor, “Türkiye’nin, bu kaynaklardan verimlilik ve sürdürülebilirlik ilkeleri doğrultusunda faydalanabilmesi biyolojik çeşitliliğin ekonomiye kazandırılması ve genetik kaynaklarımıza dayalı sınai mülkiyet haklarından ülkemizin faydalanmasına katkıda bulunmak.” Sonuç olarak iyi niyetli insanlar fonlarla doğanın ticarileştirilmesi ve katliamlara uğramasına bilerek ya da bilmeyerek katkı verdiklerinin artık farkına varmalılar.