Proleterleştirmenin sınırına varan bir dünyanın gerçekte ne anlama geldiğine ilişkin bir başka soru alanını da “gereksinimlerin üretimi” konusu oluşturuyor.
Geçtiğimiz 40 yılda dünya tarihinin en büyük proleterleştirme süreci yaşandı. “Proleter” kavramı “geçimini sağlamak için emek gücünü satmaktan başka bir yolu bulunmayan insanı” tanımladığı sürece, bundan sonra bu çapta bir proleterleştirme süreci görülmeyecek. Dolayısıyla çalışabilir proletarya dışı nüfusun (ki bu 1980’in dünyasında, mevcut proleter kitlesinin bir kaç katı büyüklükteydi) proleterleştirilmesinin koşulları bu 40 yıllık döneme damgasını vuran koşullar olduğu kadar, proleterleştirilebilir nüfusun sınırlarına ulaşıldıktan sonra sürdürülebilmesi için yeni toplumsal temellere dayandırılması gerekecektir.
Bu süreçte “temel gereksinimlerin üretiminde” ve “temel gereksinimlerin karşılanmasının özel tarihsel biçimlerinde” yaşanan dönüşümler, sınıflar mücadelesinin geleceğine bakarken tartışmamız ve yanıtlamış olmamız gereken bazı soruları karşımıza koyuyor.
Lafı dolandırdığımın farkındayım. Ama konuyu etkin bir biçimde tartışabilmek için sınırlandırmak gerekiyor; konuyu sınırlandırmak için de etrafını çevrelemek. Lafı dolandırmamın sebebi konunun etrafını çevrelemek.
Proleterleşme, yani emekçinin emeğini emek gücü olarak satmak için işgücüne katılması değişik aşamalardan geçer. İlk adım “sahip olunan geçim araçlarının ve geçim yollarının” elinden alınmasıdır. Bu da iki yönlü bir olaydır. Biri, insanların geçimlerini sağlamak için kullandığı üretim araçlarının elinden alınması veya işe yaramaz hale getirilmesidir (mülksüzleştirme). Diğeri ise geçim araçlarını edinmek için başvurduğu piyasa dışı yolların (dayanışma ve himaye kanallarının) kapatılmasıdır (yoksullaştırma). Bu ikinci unsur, daha önce aile, cemaat veya devlet aracılığıyla elde edilebilen ve ayakta kalmayı sağlayan desteklere eskisi gibi ulaşılamaması ve insanın toplumsal varlığını hatta yaşamını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu şeyleri yalnızca pazardan/para karşılığında, meta olarak satın alabildiği/edinebildiği bir durumla karşı karşıya bırakılması demektir. İnsan ihtiyacı olan her şeyi satın alarak karşılamak zorunda olmalıdır ki, paraya, para kazanmaya mecbur kalsın ve (elbette diğer bütün yolları denedikten sonra) bu paraya emek gücünü satarak ulaşmaktan başka bir yolunun olmadığını (işçileştirmeyi) kabullensin.
Dünya nüfusunun tamamına yakınını, gereksinimlerini meta olarak karşılamak zorunda bırakması nedeniyle küresel işçileştirme süreci, her şeyden önce “tüketim malları” sektöründe muazzam bir genişlemeye yol açtı. Tüketim malları sektöründeki bu muazzam genişleme, aynı zamanda dolaşım sürecinin aynı ölçekte bir genişlemesine ve meta üretiminin çok önemli bir konusu haline gelmesine ve tüketim malları üreten üretim araçları sektörünün (üretim araçları üreten “I. Sektör”ün en önemli segmentinin) aynı biçimde genişlemesine neden oldu.
Dolaşım sürecinin, yani üretilmiş malların tüketiciye ulaştırılmasının ve tüketici tarafından satın almasının sağlanmasının kapitalist üretimin çok önemli ve devasa bir etkinlik alanı haline gelmesi, proleterleşen nüfusun büyük bir hızla yığıldığı kentte, insanlar arasındaki bütün ilişkiler “pazar yeri” ilişkileri haline geldi/getirildi. Aynı mülksüzleştirme sürecine, kapitalizmi dahi aşan yüzlerce yıllık toplumsal mücadelelerin ürünü olmaları nedeniyle meta biçimi kazandırılması hayal dahi edilemeyecek kamusal hizmetlerin (ör. sağlık hizmetlerinin), doğal varlıkların (ör. su kaynaklarının) ve toplumsal kurumların fonksiyonlarının (ör. “gönüllü” misyonların) metalaşması eşlik etti.
Bu sürecin sonunda, insanların “talep ettiği” her şeyi metalaştıran kapitalizm, bir başka duruma ilerledi, meta formuna sokabileceği her şeyi insanların talebi haline getiren devasa bir gereksinim imalatı endüstrisi yarattı. Bu gereksinim imalatı endüstrisi gündelik insanı, çok kısa bir süre önce hayalinde dahi olmayan şeyleri arzu eder, bunlara ihtiyaç duyar, bunlar için çalışır hale getirdi.
Sermayenin insan gereksinimleri üzerindeki bu çıldırtıcı manipülasyonunun tarihsel anlamına yüzyıl kadar geri çekilerek bakalım:
Bilindiği gibi 19.yy’ın sonuna dek sosyalist hareketin ücret kuramına “ücretlerin tunç yasası” egemendi. Bu “yasa” Malthusçu bir yaklaşımla, ücretlerin işçilerin gereksinimlerini bir “biyolojik ve toplumsal asgari” ile sınırlayacak bir metafizik “doğal alt-sınır”da belirlenmesinin zorunlu olduğunu ileri sürüyordu. Marx, ücretin, emeğin değil, emek gücünün değeri ile yani emek gücünün yeniden üretilmesi için gereken ortalama toplumsal emek zamanıyla belirleneceğini ve ücretlerin genel seviyesinin ulaşabileceği üst sınırın bir ödenmemiş emek zamanına izin verdiği son noktada olduğunu ortaya koymuştu. Bu yaklaşım, işçilerin özel olarak ücretlerini ve sosyal haklarını genel olarak da refahlarını artırmak için mücadelede kazanımlar elde edebileceğini öngörüyordu. Zaten Almanya işçi sınıfı da 19.yy’ın son çeyreğinde her iki bakımdan da ciddi bir ilerleme sağlamış, Avrupa işçi hareketine bu bakımdan örnek olmuştu.
Yani emek gücünün yeniden üretilmesi için gereken mal ve hizmetlerin genel düzeyi, işçinin metafizik nitelikteki bir biyolojik sınırı ile değil, işçi sınıfı mücadelesinin ödenmemiş emek zamanını daraltabilecek bir güç ve örgütlülük seviyesinde olup olmamasıyla ilgiliydi. İşçilerin “gereksinimleri”ne karşılık gelen “ücret malları” ve sosyal destekler (sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, temiz su, sağlıklı-güvenli ve rahat barınak, kreş vb.), dolayısıyla insanların belirli bir dönemdeki “temel gereksinimleri” sınıf mücadelelerin tarihsel bir ürünü olarak biçimleniyordu. Dolayısıyla meta biçimi altında üretiliyor olsalar dahi, tüketim sektörünün ürettiği metaların içerdiği “kullanım değerleri” işçi sınıfının mücadeleleriyle belirleniyordu.
Günümüz dünyasında, ücret mallarının içerdiği kullanım değerlerinin üretiminde, işçi sınıfının mücadelesi gerilerken, benim “gereksinim imalatı endüstrisi” adını verdiğim muazzam bir mekanizmanın rolü öne çıkıyor. Bu “endüstri”nin nasıl “çalıştığı” ayrıca ele alınması gereken bir konu olmakla birlikte, bunun bir “komplo” değil, II. Sektördeki muazzam ölçekteki büyüme ile “proletaryanın nüfus bakımından genişlemesinin sınırına varılmış olması”nın ortaklaşa bir sonucu olduğu kanısındayım.
Kapitalizmin “işçilerin gereksinimlerini baskılayan” 19. yy’daki konumundan, “arzularını çoğaltan ve kışkırtan” 21. yy’daki konumuna geçişinde açıklanması gereken bir tuhaflık yok mu?
“İşçilerin arzularının sermaye tarafından biçimlendirilmesine” karşı koyamaz, işçilerin düşlerini yeniden kurmaya başlayamazsa işçi sınıfı hareketinin, sosyalist hareketin bir geleceği olabilir mi?
1- Proleterleştirme bununla tamamlanmaz. Geçim araçları ve yolları ellerinden alınmış insanları işçileştirmek için, onların işçileşmeye dirençlerini de ekonomik, toplumsal ve siyasal zorbalıkla kırmak gerekir.
2- Dolayısıyla, mülksüzleştirme-yoksullaştırma-işçileştirme, proleterleştirme sürecinin belli başlı momentleri olarak ayrı ayrı ele alınmayı gerektiriyor.
*Sendika.org ile eşzamanlı yayımlanmaktadır.