hizgorenhicri@gmail.com
İşte yine boynu bükük, kolu kanadı kırık 1 Eylül Dünya Barış Günü’ arefesindeyiz…
Her yönüyle zor bir süreç gerçekten. İktidar dışarda savaş konseptini devreye sokarak varlığını bunun üzerine inşa etmeye çalışıyor. İçerde, yeri geldiğinde ağzından düşürmediği halk iradesini yok sayarak milyonların oyuyla seçilmiş belediyelere kayyım adı altında siyasi darbe düzenliyor.
Kamu güvenliği adı altında yürürlüğe soktuğu kararlarla despotik bir yönetim pekiştirilmeye çalışılıyor. Bir tür akıl tutulması bu. Akıl tutulması; gözlerine ışık tutulmuş tavşan gibi kalakalmaktır. Elinde şemsiyesini tutup da şemsiye aramak gibi… Belirtmekte yarar vardır ki, akıl tutulması, hayati yönde yönetici sorumluluğu olanlar için bağışlanamaz sonuçlara yol açabilir.
İnsanın yaşamını daraltan, varlığını aşağılayan, özgürlüğünü çiğneyen her uygulama vicdanı olan herkesi rahatsız etmelidir.
İşin insana en acı veren yanı bu savaşların geniş kitlelerce benimsenmesi ve desteklenmesi. Yalan yanlış bilgileri doğruymuş gibi yansıtarak insanları yanıltmak, propaganda ve ‘bilgi kirliliği’ moda tabiriyle ‘dezenformasyon’ bu ülkenin medyasında hiç eksik olmadı. Bu yüzden insanlar empatiden, insani değerlerden yoksun ırkçı ve saldırgan bir hale dönüştürüldüler.
***
En yetkili ağızlardan başlayarak gazetelerde atılan başlıklardan TV’lerdeki yorumlara, oradan toplumun galeyana gelmiş avazına kadar koro halinde savaş naraları atılıyor. Yönetenler, sabit fikir peşinde gitmeyi, zulme bayraktarlık etmeyi yaşamın sanki bir gereği ve gerçeği olarak görmeye ve göstermeye çalışıyor.
Bu anlamda ırkçılığın sıradan ve olağan karşılandığı ve aynı zamanda meşrulaştırıldığı bir toplumda bireyin tek başına bu illetin üstesinden gelmesi düşünülemez. Bırakınız üstesinden gelmesini, medyanın ırkçılığı yayan yayın politikası, devlet kurumlarının halkın duygu ve inançlarını istismar etmesinde sınır tanımayışı kişinin kendisini bu memleketin tek sahibi gibi görüp diğerlerine kapı gösteren, ağzına geleni söyleyerek kin ve nefret saçan bir toplum haline getirdi.
Davranış bilimciler insanın olumlu veya olumsuz şeylere alışabildiğini ve bu alışkanlığın giderek bağımlılığa dönüşebileceğini belirtirler. O noktada tepkisizlik de buna paralel olarak gelişir ve ‘olur böyle şeyler, normaldir’ haline dönüşür.
Birileri bizi buna alıştırmaya çalışıyor. Alışmak; duygusuzlaşma, yok sayma, önemsememeye yönlendirir insanı. İnsanın çaresizliğini ortaya koyar. Bunu tavsiye edenler de bize duygusuzlaşmayı telkin etmektedir. Bir nevi öğretilmiş çaresizlik aşılanmaya çalışılıyor sanki.
***
Oysa aslolan her alanda savaşa karşı barışı savunmaktır. İnsanlığın, barışı hayal olmaktan çıkarıp gerçekleştirmesinin başkaca da yolu yoktur.
Ölmek ve öldürmek zorunda değiliz. Daha önce kaç kez söylense de dönüp dönüp söylemek durumundayız; Hiçbir şey insandan daha değerli olamaz. Hiçbir düşünce, inanç, hiçbir devlet ya da yetki, bayrak ya da toprak, hiçbir öfke, amaç, kurum ya da örgüt, insandan daha değerli değildir. Kazanmak istediğimiz hiçbir hak “yaşama hakkı”ndan daha üstün değildir. İnsan hayatını temel almayan, yaşamı siyasetin merkezine koymayan hiçbir sistem ve yönetim de adaletli olamaz.
Sosyal sorunlara yaklaşım tarzımız ve onları çözümlemek için kullandığımız dil de sorunun bir parçası olabilir. O yüzden bunlarla mücadele yöntemini ve dilini doğru belirlemek çok önemli. Yoksa çözümün değil, sorunun bir parçası haline geliriz.
Ne denirse densin, nasıl yorumlanırsa yorumlansın nihayetinde savaş yıkımdır, ölümdür, açlıktır, göçtür… Aristo’daki tanımıyla “siyasi hayvan” olan insan aynı zamanda “düşünen hayvan”a tekabül ediyorsa, bu düşünebilme meziyetini savaştan, yok etmeden yana kullanma yerine barış içinde bir arada yaşama özlemini gerçekleştirme yolunda göstermelidir.