24 Haziran seçiminin en önemli sonucu, “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” hüsn-ü tabiriyle anılan “popüler rıza yoluyla otokratik rejim” inşası sürecinin hukuken tamamlanmış olmasıdır. Devletin kurumsal mimarisinde köklü değişiklikleri gündeme getiren şefçi rejimin tescil edilmesi, zamanında Bahçeli’nin ifade ettiği “fiili duruma hukuki yol aranması” sürecinin sonuçlanması anlamına gelmektedir. Seçimin gerçek sonucu budur ve gerisi laf-ı güzaf değilse de hep bu neticenin ışığında ele alınmalıdır.
Ancak rejimin biçimiyle (parlamentarist) içeriği (şefçi) arasındaki çelişkiyi ikincisi lehine çözen ve dolayısıyla da son yılların kurumlar bunalımını sona erdiren seçim, paradoksal bir duruma yol açmıştır. Erdoğan başkanlığa giderken adeta tek adam aurasından olmuş, güçlenmiş ve özgüven kazanmış bir MHP ile ortaklığa mahkûm olmuştur.
MHP’nin, Bahçeli’nin deyimiyle, “denge ve denetleme” görevi üstlenmesi, reis açısından hayra alamet değildir. Zira MHP bu “görevi”, devlet içi kimi hizipler, hatta reis ile ilişkileri nane molla sermaye kesimleri adına bir kayyumluk vazifesi bilinciyle ifa etmeye soyunabilir. Bu olasılık, “milli iradeyi cisimleştirdiği iddiasındaki reisin bizzat devlet olması” olarak özetlenebilecek Bonapartist iddianın ihlali anlamını taşıyacaktır. Bahçeli’nin seçim öncesine görüştüğü Çakıcı’nın sonuçlar açıklandıktan sonra Erdoğan’a “sen devlet değilsin” mealinde seslenebilmesi bu açıdan dikkat çekicidir.
Bu paradoksal sonucu Erdoğan’ın “aşırı” özerkliğini törpüleyip manevra alanını daraltabilecek hayırhah bir gelişme olarak anmak ise akıl kârı değildir. Aksine, devlet aygıtına dahil kurumlar arasındaki hiyerarşi ve ilişkilerin şefçi istikamette yapılanması anlamına gelen Bonapartist girişimin memleketin soy faşist partisince “denetime” tabi tutulması, yuvarlandığımız uçurumun ne denli derin olabileceğinin bir emaresidir. Soylu’nun artan etkisi, Ağar ve Çiller isimlerinin tedavülde olması, hep bu paradoksal durumla alakalıdır. Faşist partinin destek veya köstek olabileceği Bonapartist iktidar manzarası, tehlikeli bir biçimde 1930’ların hemen başındaki Almanya’yı anımsatmaktadır.
Erdoğan tam da “mutlu sona” varırken hasıl olan bu durumdan elbette hoşnut değildir. AKP’nin “ağır çekim” gerileyişinin MHP tarafından telafi edilmesi 24 Haziran virajının alınmasında kritik bir rol oynasa da alaturka Bonapartizm için kaygı verici bir gelişmedir. Reis bir “topal ördek” olmayıp devlete kendi suretinde biçim vermek gibi muazzam bir güce sahip olsa da plebisiter temelde bir meşruiyet iddiasında oluşu nedeniyle yerel seçimlere aylar kalmışken MHP ile güç testine girecek konumda değildir. Dolayısıyla ister zoraki ister gönüllü olsun bu koalisyon orta vadede devam edecektir. “Artık bizim sözümüz geçecek” mealinde konuşan MHP Genel Başkan Vekilinin görevinden alınması, AKP-MHP ittifakının kırılganlığına dair yorumlar için erken olduğunu ortaya koymaktadır.
Tartışmasız olan, seçim öncesinde lafı çok edilen “dip dalganın” milliyetçilik olmasıdır. Bunda da şaşırtıcı bir şey yoktur. Aksine, son üç yılda şovenizmle yatıp jingoizmle uyanan bir toplumda milliyetçiliğin yükselişine şaşırılmasına şaşırılmalıdır. MHP ve İYİ’nin toplam oylarının yüzde 20’nin üzerinde olması, toplumsal muhalefet güçleri açısından tedirginlik verici bir gelişmedir. Bu milliyetçi oy toplamı, AKP tabanındaki milliyetçi/militarist havayla sarmalanarak milliyetçiliğin yeni bir “kara baharı”nın habercisi gibidir.
Bu bakımdan AKP’li kır ve kent yoksullarının bir bölümünün huzursuzluğunun MHP’ye oy olarak yansıması, sol açısından imkân değil, bir alarm zilidir. Müstakbel krizin can acıtan sonuçlarının (iflaslar, toplu işten çıkarmalar vs.) hissedilir olduğu koşullarda MHP’nin bir alternatif olarak hazır ve nazır olması, solun toplumsal ve sınıfsal zeminler üzerinden siyasete dönmesi için acil bir uyarıdır. Dokuz aya yerel seçimler var rehavetiyle ya da soyut demokrasi temelli mega ittifak arayışlarıyla geçiştirilemeyecek bir uyarı…