“Kötü yönetilen bir ulus için birinci çare para enflasyonu, ikinci çare de savaştır. Bu ikisi geçici bir refah sağlasalar da, ikisi de sürekli yıkıma neden olur. Ve bu ikisi politik ekonomik oportünistler için bir sığınaktır.” Ernest Hemingway [1932]
Türkiye’de 73 yıldır bir demokrasi oyunu oynanıyor. Ağzını açan her politikacı, akademi üyesi, gazeteci, “aydın” denilenler, mülk sahibi sınıfların sözcüleri, Türkiye’nin ‘demokratik bir cumhuriyet’ olduğunu söylüyor… Cunta anayasasında da “Türkiye’nin demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” olduğu yazılı… Bu, aslında kısa bir cümleye dört yalanı sığdırma başarısıdır. Türkiye’de bu dördünün hiç birinin, hiç bir zaman bir gerçekliği, bir karşılığı olmadı… Eğer şeylere egemenler tarafından bakma aymazlığından, daha doğrusu ideolojik kölelikten kurutulamazsanız, bu tür yalanları ‘gerçek’ saymanız kaçınılmazdır.
Bir darbeyle padişahı etkisizleştiren İttihat ve Terakki Partisi, gizli bir örgüttü. Padişahı devirdikten, iktidarı ele geçirdikten sonra da “gizli örgüt” olarak varlığını sürdürdü. 1923-1946/50 dönemi bir tek parti diktatörlüğü olduğu için devlet, hükümet, parti arasındaki ayrım önemsizdi. Bu üçü, iç içe geçmişti. 1946’da dünya konjonktürünün de bir gereği olarak, ‘çok partili sisteme’ geçildi. Doğrusu çok parti değil, birden çok devlet partisinin kurulmasına izin vermekti… Öyle ‘her isteyen’ siyasi parti kuramazdı… Mesela işçiler/emekçiler/ezilen sınıflar bir parti kuramazdı. Kurulursa da hemen kapatılırdı… Kurulmasına izin verilen parti, ancak bir muvazaa partisi olabilirdi…
Aslında İttihatçı yönetim geleneği sisteme damgasını vurmuştu. 1950’de iktidara taşınan Demokrat Parti, bir muvazaa partisiydi… O tarihten sonra Türkiye ‘küçük Amerika’ olma yolunda hızlı adımlarla ilerleyecekti. 1950’den sonra Türkiye’de bir iktidar ikiliği varlığını hep sürdürdü: Biri görünen, seçimle gelen iktidar, bir de benim asıl devlet partisi dediğim ‘görünmeyen’ iktidar… Aslında seçimle gelen görünen iktidar, asıl devlet partisinin taşeronu mertebesindedir. Rotayı daima asıl devlet partisi bilirler… Eğer taşeronun, kendisine tanınan sınırı aştığı düşünülürse, bir şekilde müdahale edilir. Ekseri bir askeri darbeyle işine son verilir. Şimdilerde bu işi askeri devreye sokmadan da becerebiliyorlar… Darbe yapmanın bin bir yolu var…
Geride kalan dönemde yapılan tüm katliamlar görünen iktidarların değil, asıl devlet partisinin marifetidir. Tabii görünen iktidar marifetiyle… Bu rejim, bu devlet demokrasinin amansız/iflah olmaz düşmanıdır. Demokrasi onun korkulu rüyasıdır. Her dönemde demokratikleşmenin önünü kesmenin bir yolunu buluyor… Bu söylediklerim bir yanlış anlamaya neden olmamalıdır… Yönetenler elbette ‘bal tutup parmaklarını yalasalar’ da, bütçenin, hazinenin ve müştereklerin yağma ve talanından pay alsalar da, asıl egemen olan mülk sahibi sınıflar ve sırtlarını dayadıkları emperyalizmdir… Bu, emperyalizme göbekten bağlı bir rejimdir… Türkiye emperyalist bir militer askeri saldırı paktı olan NATO’ya dahil olduğu 1952 yılından beri adı konmamış bir ABD uydusudur… Sabahtan akşama İstiklâl Marşı söylemek uydu olmaya engel değil… Şimdilerde rejim, külliyen kompradorlaşmış bir rejimdir. Hiç bir sorun çözme yeteneği yok. AKP, günü kurtarmakla meşgul. Artık bu rejimin kitleleri aldatma, oyalama yeteneği aşınmış bulunuyor. Belediye seçimleri öncesinde ve sonrasında yapılanlar, üç büyük Kürt iline kayyım atanması çaresizliğin bir sonucudur. Ellerinde iki koz var: biri terörü manipüle etmek, diğeri de yalan… Bu ikisiyle nereye kadar denecektir…
Bu dünyada her kelimenin, her kavramın bir karşılığı olduğu gibi ‘demokrasinin’ de bir içeriği, bir karşılığı var: Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Dört yılda bir egemenlerin önüne koyduğu sandığa oy atmak, bir muvazaa partisine iktidar yolunu açmak değildir… Bu yönetim pratiğine ekseri “temsilî demokrasi” ve/veya Batı Demokrasisi deniyor ama asla reel bir temsil söz konusu değildir… Hiç bir zaman da olmadı… Seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Demokrasi, insanların politik sürece bilinçli/etkili müdahalesini varsayar. Başka türlü söylersek, yurttaş bilincini, her bir bireyin politik özne olmasını varsayar… İnsanlar bu sahte demokrasi oyununa dahil olduklarında, seçtiklerine şunu söylemiş oluyorlar: Ey vekil, sana dört-beş yıl boyunca, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri yağmalatma, yağmalama, talan etme yetkisi veriyorum…
Seçenle seçilen arasında gerçek bir temsil ilişkisi asla söz konusu değil… Seçilenler hiç bir zaman seçenleri temsil etmiyor. Bir de şöyle bir algı var: Batı’da, emperyalist dünyada demokrasi gayet iyi işliyor ama biz beceremiyoruz! Ah biz de Batı’daki gibi yapabilsek… Vakti zamanında Batı’da temsilî demokrasi dediklerinin dayatılması, egemen sınıf katına terfi eden kapitalist sınıfın, bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusuyla ilgiliydi… Amaç, halkın, işçilerin, emekçilerin bir bütün olarak ezilen/sömürülen sınıfların önünü kesmekti. Temsil oyunu tam da o amaçla peydahlanmış, dayatılmıştı… Batı demokrasisi denilen koca bir yalandı… Fakat yalana inananlar çoğunluksa, yalan bir hakikat olup-çıkıyor… Demokrasi oyunu bidayetten itibaren sahte bir oyundur ve kitleleri aldatma, oyalama işlevi görüyor… Eğer tevatür edildiği gibi, gerçekten Batı’daki demokrasi olsaydı, dünya bu gün bu halde olur muydu?
Her zaman asıl iktidarda olanlar mülk sahibi sınıflardır, dünyanın zenginliğine el koyan oligarşilerdir. Esasen kapitalizm dahilinde demokrasiden söz etmek abestir… Zira, kapitalizm ve demokrasi antinomik kavramlardır… Biri olursa diğeri olmaz… Demokrasi insanlar arasında politik, sosyal, ekonomik eşitliği varsayar ve bunlar arasındaki tamamlayıcılık ve karşılıklı belirleyicilik ilişkisi hayatî öneme sahiptir… Oysa, kapitalizm böler, kutuplaştırır ve dışlar… Burjuva toplumunda ekonomik alanla politik alan bir birinden ayrılmış, ekonomik alanın yönetimi münhasıran mülk sahibi sınıfların tekeline bırakılmış durumdadır…
Esasen demokrasi, politikanın ne olması, nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar içinde yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdahil olabiliyorsa, sosyal ve politik kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar, toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edebiliyorsa [itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar sürecine katılma] başka türlü ifade edersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politikanın, politika yapmanın bir anlamı ve değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir… Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da politika yapmanın herkesin işi olmasını varsayar. Ya da demokrasi, politika herkesin şeyi olduğu, herkes tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği durumda mümkündür ve evrensel bir hak sayılması gerekir… Kaşarlanmış profesyonel politikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir…
Öyleyse, gelin demokrasiyi tartışalım!