Barış Akademisyeni Sevilay Çelenk ile iktidarın kayyum poltikasını ve siyaseti konuştuk
Ahmet Tulgar
Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde doçent olarak ders verirken Ocak 2017’de barış imzacısı olması sebebiyle görevinden ihraç edildi. Ancak elbette ki Sevilay Çelenk gibi siyaset ve kültür alanında söyleyecek çok sözü olan, kitaplar yazan yetkin akademisyenler kendilerini görev ve kürsüyle sınırlamazlar. Sevilay Çelenk, akademiyi terk ettiğinden beri yazılarına daha fazla ağırlık verdi ve bu da bir yandan iyi oldu. Sevilay Çelenk’le Türkiye siyasetinin gündemini ve iktidarın kayyum politikasını konuştuk:
Geçen perşembe günkü yazınızda birbirinden farklı sınıf ve statü gruplarından kişi ve toplulukları buluşturan Kürtlere dair ezberlerden bahsediyordunuz. Bu, toplumdaki ne tür bir ırkçılığa ya da nasıl bir milliyetçiliğe işaret ediyor? Bu ezberleri topluma empoze edenlerin işini toplumdaki hangi sosyolojik olgu kolaylaştırıyor?
Ezberlerden söz ederken esas olarak Kürtlere yönelik dışlayıcı, ötekileştirici, ayrımcı veya asimile edici dilsel ve söylemsel pratiklerin yaygınlığından söz ediyorum. “Kürtler elektrik faturası ödemiyor” safsatasından, artık toplumsal muhalefetin bir kaygı bozukluğunu ifade eder hale gelmiş “Kürtler AKP ile anlaşacak” iddiasına kadar bir dizi basit itham bu ezberin içinde yer alıyor. Tabii kendini milliyetçi -ve hatta sosyal medyada artık buna da rastlayabiliyoruz- gururla Türk ırkçısı vs. olarak tanımlayan kişilerin değil de mesela birçok konuda birlikte mücadele edebildiğimiz arkadaşlarımızın dilinde de zaman zaman açığa çıkan ezberler benim daha fazla ilgimi çekiyor. Bu ezberlerin tümü sıklıkla belirli bir dışlayıcı “üstünlük” duygusundan neşet ediyor ve bu üstünlük sıklıkla “milliyetçi” bir perspektifle buluşuyor olsa da ben bunu her durumda “ırkçı” olarak tanımlamaktan yana değilim. Her şey her şeyle aynı ya da eşdeğer değil çünkü. Onlara ırkçı dediğimde kayyum atanması meselesine dair konuşmasında, “Diyarbakır, Mardin, Van Büyükşehir Belediye Başkanlıklarının idaresi egemenliğin yegane sahibi Türk milletinin doğrudan kontrolündedir” diyen Bahçeli’ye ve avenesine ne diyebileceğimizi bilemiyorum. Her ezber pratiğini “ırkçılıkla yaftaladığımızda bunu çekincesiz hak edenlere yönelttiğimiz “ırkçılık” ithamını zayıflatan bir etki de doğabiliyor. Fakat yine de teorik bir yerden baktığımızda biyolojik üstünlükten uzaklaşarak, kültürel fark üzerinden ve bu farkın abartılması ya da yok sayılması üzerinden işlediği kabul gören, eklemlenmeli ve alabildiğine karmaşık tezahürleri olan “yeni ırkçılığın,” kendimizden bile gizlediğimiz ırkçı yönelimleri kapsadığını da aklımızın bir köşesinde tutmamız lazım.
Bu ezberlere rağmen toplumsal tabanda geniş bir demokrasi ittifakı kurulabilir mi? Bu ezberler sürdükçe toplumsal barışı inşa etmenin yolu açılabilir mi ya da tam da bu ezberleri bu yoldan kaldırmak için mi çalışmak lazım önce?
Elbette kurulabilir ve kurulacak. Başka yolumuz yok. Fakat bu demokrasi ittifakını geleceğe uzanan bir hat üzerinde çizgisel olarak ilerleyen, güçlenen ve büyüyen bir “süreklilik” ve “kesintisizlik” olarak görmeye çalışırsak hayal kırıklığına uğrarız. İttifakın güçlü olduğu anlar var. “Yıldızının parladığı anlar” gibi. Bu sözü çok severim… İşte 23 Haziran böyle bir andı. Orada HDP’nin ortaya koyduğu fakat toplumsal muhalefetin bir kısmının görmeyi çok da tercih etmediği politik pratik ve perspektif, “görülme ve onaylanma ihtiyacını” da göz ardı ederek, bir demokrasi ittifakına hayat verdi. Çıkarların ortak olduğunun aşikar biçimde tanımlandığı bu noktada, demokrasi ittifakı -ittifak olduğu- açıkça telaffuz edilmemesine rağmen hayata geçirilebildi ve bu politik jest ya da strateji HDP’ye en uzak olan muhalefet kesimlerinde bile sonradan belirli bir karşılığa oturdu. Ancak bu ittifaklar süreci çizgisel olarak böyle sürdürülemeyebilir. Söz gelimi 23 Haziran’ın HDP bakımından en önemli kazanımlarından olan üç büyükşehir belediyesi gasp edildiğinde bu noktadaki süreklilik zaafını görebiliyoruz. Evet yine kıymetli bir demokratik refleks açığa çıkıyor. CHP’den bilhassa Sezgin Tanrıkulu, Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu gibi isimler aracılığıyla ve kurumsal anlamda da CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak’ın açıklamalarıyla bir demokrasi ittifakı en azından kınama düzeyindeki tepkilerde yeniden oluşabiliyor. Fakat bu bir birlikte direnme ve mücadele pratiğine dönüşemiyor. Çünkü bu kez çıkarların ortaklığı seçim bitince sandıktaki oyların sayımı gibi o gün kazanılacak ya da kaybedilecek bir şey olarak somutlaşmıyor. Oysa aslında aynı durum söz konusu. Diyarbakır, Mardin ve Van’ı verirsen hiçbir yerde tutunmanın mümkün olmayacağı bir zafiyete de sürüklenirsin. Bütün bu nedenlerle önce ezberleri sona erdirip sonra barış yapacağız diye bir şey yok, bütün bu kritik anlarda bu ezberleri deşifre ederek aynı zamanda toplumsal barış için mücadele ederek yola devam etmeliyiz.
Ana muhalefet partisi CHP ve muhalefetteki birçok parti de sık sık bu ezberleri tekrarlıyor. Bunun sebebi ideolojik mi, yoksa bu ezberleri kendi hedefleri için kullanışlı mı buluyorlar?
Her ikisi de. Önemli bir yanıyla tabii ki ideolojik. Hakim ulusun “doğal” bir parçası olmak ya da inkar ve asimilasyon süreçlerinde hakim ulusla bütünleşmek ve oradan devşirilen üstünlükleri ve avantajları çeşitli biçimlerde rasyonalize etmek gayet ideolojik bir seçimdir. Bir üst kimlik olduğu iddiasıyla toplumun diğer etnik gruplarına da dayatılacak biçimde kurgulanan bir “Türklüğe” ikna olunması ideolojik bir seçimdir. Üst kimlik söylemlerini, inkar ve asimilasyon politikalarını ve bu politikalar içinde hayata geçirilen zulüm süreçlerini sorunsallaştırmayan geniş muhalefet kesimlerinin bu üst kimlikle kaynaşmış biçimde kabullendiği imtiyaz ve üstünlükler, ırkçı ve milliyetçi zaaflarla donanmışlığı da getirir. Bunun illa ki açıkça farkında olunarak yaşanması da gerekmeyebilir. Bu üstünlük hissiyatının neredeyse bilinçdışı bir karakteri de vardır. Evet sorunuzun ikinci kısmında ifade ettiğiniz gibi bu ezberlerin siyaseten kullanışlı olduğu konjonktürler de vardır. Temcit pilavı gibi ikide bir önümüze getirilen “Kürtler anlaşacaklar” güvensizliğine dönelim mesela. Bu aslında CHP’ye de diğer muhalif kesimlere de yeterince güçlü bir muhalefet örgütleyemiyor olmanın faturasını önden Kürtlere kesmek gibi avantaj da sağlayabiliyor.
Sizce bugün Türkiye’de siyasi iktidar bir tek parti iktidarı mı, yoksa bir bileşke mi? Eğer bir bileşke ise bu neleri, kimleri içeriyor?
Kolaycı bir cevapla tek parti bile değil, tek adam rejimi diyebiliriz. Ancak dediğim gibi bu kolaycılık olur. Daha ziyade çeşitli analizlerde isabetle “Devlet Bloku” olarak adlandırılmış blok ya da işte Ertuğrul Kürkçü’nün kayyum darbesi üzerine kendisiyle yapılan söyleşide, AKP, MHP, Ergenekon ve Ergenekon’un sivil uzantılarından oluşan bir “koalisyon” olarak tanımladığı yapı olmaksızın tek parti iktidarı ya da tek adamlık mümkün olamaz. İçeride ve dışarıda bir çıkarlar ve ideolojiler ittifakınca desteklenmedikçe dünyanın hiçbir yerinde “tek adamlık” mümkün değildir. Yine de bu ittifakı bir sabitlik olarak göremeyiz.
Kürt kırgınlığı diye bir şey var mı? Bütün bu yapılanlardan sonra oluşan bir kırgınlık? Kırgınlık da sosyolojiye dair midir?
Böyle genel bir “kırgınlık”tan söz edebilir miyiz bilmiyorum. Ben sadece kendi adıma -Kürt toplumunun geniş kesimlerinin yaşadığı sıkıntılardan ve dışlanmadan görece az pay alan biri olmama rağmen- zaman zaman çok “kırgın” hissettiğimi söyleyebilirim. Fakat Kürtlerin mütemadiyen mücadele üreten ve vazgeçmeyen politikliği içinde “kırgınlık” öne çıkan bir ruh hali midir pek emin değilim. Duygular sosyolojisi alanına ilgi duyan bir akademisyen olarak kırgınlığın mağduriyet söylemine dönüşüp mutlaklaşmadığı sürece “politikleşmeye” açıklık içeren bir duygu durumu olduğunu düşünüyorum.
HDP’ye sine-i millete dönme önerileri de yapılıyor. Sizce HDP’nin bundan sonraki tavrı ne olmalı?
HDP en güç anlarda bile politik bir akıl ve strateji ortaya koyma anlamında akademisyenlerin önerebileceğinden çok daha “doğru” tavırlar geliştirdi. Elbette geniş bir HDP yapısı içinde yanlışlar da oluyor. Krizleri ve makro meseleleri ele alışlarındaki genel politik yetenekten söz ediyorum ki bu Allah vergisi değil. Her an teyakkuzda olmak zorundaki bir politik mücadeleden gelen bir yetenek. Sine-i millete dönmek ilk etapta kulağa “çekici” bir tepki olarak geliyor. Fakat sadece ilk etapta. Zira HDP’nin 67 vekiliyle birlikte Meclis’i terk ederek sine-i millete dönmesi ya da kayyım atamalarına bir tepki olarak diğer belediye başkanlarının da mazbatalarını iade etmesinin AKP’nin meşruiyet krizini derinleştireceği ve sonunu yaklaştıracağı öngörülebilir. Ancak bu derinleşen krizden daha demokratik bir gelecek çıkarma imkanı ancak muhalefet güçlerinin, “demokrasi güçlerinin” bu krizi hemen ve birlikte yönetebilecek politik stratejiler üretme yeteneğinde olmasıyla mümkün. Ancak henüz bu noktada değiliz diye düşünüyorum. Her şeye rağmen HDP’nin siyaset alanını ve barış imkanlarını güçlendirmekten yana tavrında ısrarlı olacağını sanıyorum ve umuyorum.
HDP tarafından ortaya konulmuş bile olsa 23 Haziran bir demokrasi ittifakının ortak başarısıdır.
CHP’li belediye başkanları ve özellikle de AKP için çok önemli olan İstanbul’u kazanan İmamoğlu’nu da tedirgin etmiş olmalı bu kayyum meselesi. Sizce bu CHP’li başkanları daha kararlı ve dirençli olmaya mı iter, yoksa tam tersi mi olur?
Maalesef yukarıda da değindiğim gibi henüz o direnç tam manasıyla oluşmuş değil. Mesela Kılıçdaroğlu’nun kayyum atamalarıyla ilişkili gecikmeli konuşmasında, “Bu mesele HDP meselesi değil, yapılan milletin iradesine saygısızlıktır” demesinin, partinin adının ne fark ettiğini sormasının ve “Hangi parti olursa olsun” biçimindeki vurgusunun bir direnç ya da kararlılık olarak okunması mümkün değil… Fakat yine de dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet denen bir noktadan geldiğimiz bir yer var. Bir 23 Haziran var. Burada en açık dayanışma iradesi çabasından vazgeçmemek gerek.
Türkiye için umutlu musunuz?
Umutluyum, umuttan vazgeçince tutunabileceğimiz bir yer yok çünkü. Umut dışlananların ülkesidir. Bize ikamet imkanı sunar…
İç ve dış sıkışmışlığın sonucu
İktidar sizce bu kayyum atamaları ile neyi hedefliyor? Bu kısa vadede bir şey kazandırır mı iktidara ve uzun vadede sonucu ne olur?
Kayyum atamalarının birinci haftasında giderek daha fazla ikna olduğum şey, bu müdahalenin aslında AKP’nin iç politikada ve başta Suriye’de olmak üzere dış politikada yaşadığı sıkışmışlıkları en iyi bildiği yerden aşma çabasının sonucunda gerçekleştiğidir. Sıkışmışlığı aşmanın bir yolu güçlenmekte olan demokrasi ittifakını dağıtmakla ilişkilendirilmiş gibi görünüyor. Bilhassa 31 Mart ve 23 Haziran süreçlerinde “konjonktürel” olarak bu ittifak içinde yer almayı seçen muhafazakar sağ seçmeni ve hatta ulusalcı kesimi yeniden bir beka söylemi etrafında yanına çekmek veya bu yapılamayacaksa da bu ittifaktan koparmak amaçlanıyor. Bunu birçok kişi dile getirdi. Fakat daha az söylenen şu ki demokrasi ittifakını sonlandırması muhtemel olan şey yine de sadece Erdoğan ve Erdoğan AKP’si değil. Eğer bir kopuş olacak ve ittifaklar henüz yeni yeni gelişirken çözülecekse bu sadece gaspçı kayyum müdahalesi gibi müdahaleler yüzünden olmayacak. Esas HDP’li belediyeleri asılsız ithamlarla kriminalize ederek ve terör saflarındaymış gibi göstererek üretilen beka söylemine başta CHP olmak üzere muhalefetin ikna olmuş gibi hareketsizleşmesi ve güçlü bir sivil direnişin imkanları üzerinde birlikte düşünmekten imtina etmesi yüzünden olacak bu. Bu kaygıyı dile getirdiğimizde demokrasi ittifakının güçlenmesini tehlikeye attığımız ve AKP’nin tam da yapmak istediği şeye hizmet ettiğimiz zannediliyor. Eleştiriler suskunlaştırılıyor. Oysa bunu söylemek değil, söylememek ve başta CHP yönetimi olmak üzere muhalefeti bu ortak direnişe zorlamamak AKP’nin amaçlarına hizmet ediyor. Yani demokrasi ittifakının güçlenmesi ihtimalini, parti yönetiminin CHP tabanında yükselen itirazı örgütlemek bir yana sönümlendirmesi ve ırkçı söylemler karşısında geri çekilmesi yok edebilir…