31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye yeni bir sürece girdi. Tarihinin en ağır yenilgisini yaşayan AKP cephesinde de, muhalefet tarafında da tartışmalar sürüyor, yeni yol haritaları çiziliyor. Bu koşullarda hazırladığımız dosyamızda, görüştüğümüz siyasi odaklar ve toplumsal kesimlere, öncelikle ‘şimdi ne olacak’ sorusunu yönelttik. Gelinen noktada, bir demokrasi cephesinin imkânlarını, mevcut muhalefet toplamının nasıl bir ittifaka dönüştürülebileceğini, bunun hangi temeller üzerini kurulabileceğini sorduk. Aynı çerçevede, yeni bir demokratik anayasa meselesinin nasıl ele alınabileceği de başka bir sorumuzdu. Bu arada yazılı belge olarak anayasanın tek başına bir anlam ifade etmediği, bunun daha geniş bir demokratik dönüşümün parçası olarak nasıl ele alınabileceğini de sorularımıza ekledik. Ortaya çıkan tabloyu okurlarımızla paylaşıyoruz. Bugün Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Sinan Adıyaman ile Türk Mühendis ve Mimarlar Odası Birliği (TMMOB) Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz ile konuştuk.
Sinan Adıyaman /TürkTabipler BirliğiMerkez Konseyi Başkanı
Türk Tabipleri Birliği, varlık nedeni insanın “sağlıklı” bir yaşam sürmesi olan hekimlerin örgütüdür. İnsan varlığını ve yaşamını olumlu ya da olumsuz etkileyen her faktör ilgi alanımıza girer. On yıllardır TTB’nin ana sloganları: “Demokratik, laik bir ülkede, barış içinde eşit, özgür yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz!” ve “herkese eşit, ulaşılabilir, nitelikli ve ücretsiz sağlık!” olmuştur. Bu nedenle ülkemizde sağlık sistemi de dahil olmak üzere eğitimden, enerjiye, ulaşımdan, barınmaya kadar kamusal olması gereken her hakkın piyasaya açılması; sınırsız rantın yandaşlıkla akıl ve izan sınırlarını zorluyor olması herkes için bir değişim talebini görünür kıldı. Yönetim anlayışındaki keyfilik, hukukun bütünüyle iktidarın sopası haline getirilmiş olması, pahalılığın ve işsizliğin artışı, insan odaklı yatırımlar yerine rant odaklı kent ve doğa talanı, göçmen sorununun yönetilememesi, tüm komşularla düşmanlık ve ülke içinde de ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı dil ve politikalar doğal olarak insanlarımızda “artık yeter” tepkisi ile karşılaştı. 31 Mart ve 23 Haziran seçim sonuçları bu “sağlıksız” gidişin insanlarımızdaki ve kurumlarımızdaki tepkisinin sandıktan çıkan halidir.
Anayasa kazanılan bir şeydir
Son yıllarda evrensel hukuk ilkelerinin yok sayıldığı, delilsiz iddianamelerle hapis cezalarının verilebildiği, Anayasa Mahkemesi kararlarına saygı duyulmayabileceğinin en üst makamlardan dillendirildiği ve barış talep eden bildiriye karşı “akademiden karşı imzaların” toplanabildiği bir ülke haline getirildik. Bu nedenle Anayasa tartışmasını önemsiz görmemekle birlikte, bir metin tartışması, referandumda ya da mecliste çoğunluk sağlayarak kağıda dökülmüş bir sözleşme olarak göremeyiz. Taraflar, yani devlet ile hak talep edecek ve kullanacak yurttaşlar arasında bir dengenin ve tartışmasız olarak kazanılmış olması gereken hakların adı olmalı Anayasa. Yoksa şu anda olduğu gibi, başta ifade özgürlüğü olmak üzere, toplantı ve gösteri hakkı gibi Anayasal hakların parti sözcüsü haline gelmiş valilerin, emniyet müdürlerinin keyfine ya da “sağlık hakkının” hastanelerin karlarına ve bilançolarına endekslendiği bir düzene Anayasal düzen demek mümkün değil. Yeni bir Anayasa’dan önce “Anayasal bir düzene” ihtiyacımız var. Ve insanlığın tartışılmaz hale gelmiş haklarının kullanılabildiği bir hukuk rejimine.
Sağlıkta tahribat ağır olur
Aslında 12 Eylül Anayasası ile birlikte “sağlık” her yurttaş için temel bir hak ve devlet için bir yükümlülük olmakta çıkarılmıştı. Devlete sadece olanak yaratma görevi verilerek her alanda olduğu gibi sağlıkta da liberalizasyonun önü açılmıştı. Başta TTB olmak üzere emekten yana tüm sağlık örgütleri bu anlayışı, insanların güncel sağlık ihtiyaçlarını bütünüyle piyasaya teslim edilmesini yıllarca engellemeyi başardı. İştah kabartan sağlık sektörü enerji, inşaat gibi hızla kar alanı haline getirilemedi. Yani 12 Eylül Anayasasında hak olmaktan çıkarılan “sağlık”, gösterilen direnç ve toplumda yerleştirilmiş olan sağlığın kamusal bir hizmet olduğu algısı sayesinde AKP’nin son dönemine kadar direnen alanlardan oldu. Bugün bütünüyle işletmeleşen kamu hastaneleri ve Ankara Gar’ına bile el koyabilen özel hastane zincirleri herkesi bütünüyle kar odaklı bir sağlık sistemiyle baş başa bırakmış durumda. Ancak üzülerek söyleyebiliriz ki, sağlıktaki bu liberal piyasacı anlayışın içinde bulunduğumuz kriz ortamında yaratacağı tahribat “satılamayan inşaatlar- mortgage krizleri” gibi sadece ekonomik olmayacak. 80 milyonun sağlık hizmetini teslim ettikleri piyasa çökerse altında başta en yoksul ve en dezavantajlı kesimler olmak üzere sağlığını bütünüyle kaybetmiş bir toplum olarak kalacağız.
Emin Koramaz / TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Siyaset ve toplum demokratikleştirilmeli
Anayasa değişikliği tartışmaları 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’deki toplumsal muhalefet kesimlerinin en önemli gündemlerinden biri oldu. Bununla birlikte AKP iktidarı sonrasında yürütülen Anayasa değişikliği tartışmaları çok daha farklı bir yöne kaydı.
2000’li yılların ortalarından itibaren AKP’nin ve onun güdümündeki liberallerin önünü çektiği Anayasa değişikliği tartışmaları, toplumun demokratikleştirilmesi ve hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi mücadelesinin parçası olmaktan ziyade, siyasi iktidarın devlet içerisindeki kurumsal yapıya hakim olması çabasının bir aracı haline getirildi. Bunu 2010 Anayasa referandumu sırasında net biçimde gördük. Temel hedefi yüksek yargı organlarına egemen olmak Anayasa Değişikliği Paketi, büyük bir sivilleşme, demokratikleşme atılımı gibi yansıtıldı. Solun içindeki bir kesim de “Yetmez ama Evet” kampanyasıyla AKP’nin bu amacına payanda oldu. Yapılan değişiklikler sonrasında yargının her kademesinde cemaat ve AKP kadrolaşması yaşandı.
2010 değişikliğiyle ayrıca referandum sürecinde kullanılan söylemlerle Anayasa ve hukuk kuralları itibarsızlaştırılarak, hukukun üstünlüğü anlayışının temelleri sarsıldı. Yargı kararları ve hukuk kuralları bağlayıcı olmaktan çıkarılarak keyfiyetin de önü açıldı. 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için yapılan anayasa değişikliği de esasen fiilen uygulanmakta olan keyfiyet rejiminin kurumsallaştırılması oldu. Güçler ayrılığı ortadan kaldırıldı, parlamento işlevsizleştirildi, yargı saraya bağlandı ve tek adam rejimi inşa edildi.
Sistem ilk yılda çöktü
TMMOB olarak biz hem 2010 hem de 2017 referandumunda, tek adam rejiminin istikrar değil kaos getireceğinin altını çizdik. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin sürdürülemez olduğu daha ilk yılında belli oldu. İstikrar ve refah vaadiyle getirilen sistem ülkeye ekonomik ve siyasal kriz getirdi. Şimdi kendileri bile bu sistemi sorgular hale geldi. Eksik ve yanlışları olmakla birlikte Türkiye’de 100 yılı aşkın bir demokrasi deneyimi ve kültürü bulunmaktadır. Bu kurumsal birikimi ve kültürü yok sayarak davranmak, parti devleti anlayışını ve tek adam rejimini dayatmak devlet kurumlarını işlemez hale getirmiştir.
Yüzde 51 yetmez
Ülkemizdeki Anayasa yapım ve değişiklik süreçleri hiçbir zaman toplumun geniş kesimlerine açık biçimde yürütülmemiştir. Bu süreçlerin çoğunlukla OHAL ve Sıkıyönetim dönemlerine denk gelmesi de tesadüf değildir. Anayasa, sadece devletin örgütlenme biçimini değil aynı zamanda bütün yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan temel belgedir. Bu uzlaşma belgesinin hazırlanışı ve değiştirilmesinde izlenen yöntem açık, şeffaf olmayı, toplumun tüm katmanlarında sağlıklı bir şekilde tartışılmasının sağlanmasını ve nihayetinde toplumsal mutabakatı gerektirir. Bu mutabakat da %50+1 oyluk bir çoğunluk iradesine indirgenemez. Sürecin katılımcı biçimde yürütülmesi ve kararın çoğulcu biçimde alınması esastır.
2011 yılında Meclis’te bulunan siyasi partilerin içinde bulunduğu Anayasa Uzlaşma Komisyonu ile Anayasa Mutabakat Komisyonu adıyla 2016 yılında kurulan komisyonlar bir sonuca bağlanmadı. Çünkü siyasal iktidarın demokratik bir anayasa gibi bir bakış açısı hiçbir zaman olmadı. Yapılması gereken toplumun tüm kesimlerinin örgütlü yapıları aracılığıyla dahil olabileceği eşitler arası bir tartışmadır. Dayatma değil ikna, çoğunluk değil çoğulculuk, dışlama değil kapsama esaslarına dayalı bir süreç işletilmelidir.
Kamu yararı
Bildiğiniz gibi her ülkenin farklı Anayasa gelenekleri var. Türkiye’deki Anayasa metinleri de pek çok ülkeye göre çok daha detaylandırılmıştır. İçinde sadece hak ve özgürlüklere ilişkin esaslar değil, devletin kurumsal işleyişinden sosyal yapının organizasyonuna kadar pek çok farklı konuya yer verilmektedir. Ancak bu maddelere eklenen “kanunla düzenlenir” ya da “kanunla sınırlandırılabilir” gibi ifadeler pek çok açık kapı yaratmaktadır. Anayasa’daki yer alan ve meslek alanımıza ilişkin konularda bizim için en ön açıcı olan konu ise Anayasa’da farklı başlıklar altında tekrarlanan “Kamu Yararı” ilkesidir. Anayasa’nın devlete yüklediği sosyal ve ekonomik ödevler arasında yer alan Kamu Yararı ilkesi, özelleştirmelerden çevre politikalarına, üretimden kıyıların kullanımına kadar her alanda, TMMOB gibi Anayasa’nın 135. Maddesinde yer alan Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşlarına geniş bir yetki ve sorumluluk tanımaktadır. Bizler de Anayasa’dan ve kuruluş yasalarımızdan aldığımız bu hukuki dayanak ve daha da ötesinde toplumsal sorumluluğumuzdan hareketle meslek alanımıza ilişkin her konuda politika üretiyor, gerektiğinde hukuki taraf oluyoruz.
TMMOB çabasını sürdürecek
Bizler TMMOB olarak her seçim öncesinde meslek alanlarımızdaki sorunlardan başlayarak nasıl bir ülke istediğimize ilişkin seçim bildirgeleri hazırlar ve kamuoyu ile paylaşırız. Ancak bundan önceki anayasa değişiklikleri sürecinde hiçbir zaman bizden kurumsal bir görüş istenmedi. Çünkü bu değişiklikler toplumun ihtiyaçları değil, AKP’nin öncelikleri esas alınarak belirlenmişti. Bizler yine de referanduma sunulan değişiklik paketlerine ilişkin görüşlerimizi kamuoyuyla paylaştık. Hatta referandum dönemlerinde yürüttüğümüz çalışmalar nedeniyle hakkımızda soruşturmalar açıldı. TMMOB olarak ülkemizin demokratikleşmesi, hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi yolunda çaba harcamaya devam edeceğiz.
YARIN: SÖZ KADINLARDA: AYLA AKAT ATA-HÜLYA OSMANAĞAOĞLU