Deneyimli siyasetçi Hatip Dicle, ABD ve Türkiye arasında yapılan “Güvenlik Koridoru” görüşmeleri ve sonuçları ile PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 7 Ağustos’ta avukatları ile yaptığı görüşmenin içeriğine dair değerlendirmelerde bulundu.
ABD ve Türkiye ‘Güvenlik Koridoru’ mutabakatı noktasına nasıl gelindi?
Bu mutabakat ile deyim yerindeyse Türkiye “ABD bu harekata göz yumar mı?” diye bir zarf attı. Çünkü bilindiği gibi Türkiye Afrin saldırısını da Rusya ile anlaşarak yaptı. Rusya hava sahasını açarak Afrin’in işgaline izin verdi. Rusya izni olmadan Afrin’i işgal etmek mümkün değildi. Şimdi ise Türkiye Fırat’ın doğusu denen bölgeyi işgal etmek istiyor. Orada bulunan güçler kuşkusuz direnecektir ama Türkiye’nin buna niyetlenmesi bile en azından ABD’nin onayını gerektiriyordu. Ama ABD onay vermedi ve bizzat onların Savunma Bakanı girerlerse kesinlikle engelleneceklerini söyledi. Bu Türkiye’ye biraz büyük geldi. Bu sefer oturup masada anlaşmak zorunda kaldılar. Şimdi bunların detaylarını henüz bilmiyoruz. Ama sanıyorum bu detaylar ortaya çıktığında daha iyi yorum yapabileceğiz.
Mutabakatın maddelerinden biri olan ‘Türkiye’nin güvenlik endişelerini giderecek ilk aşamada alınacak tedbirlerin bir an önce uygulanması’ ne anlama geliyor?
Türkiye aslında işgal planlarına gerekçe yaratıyor. Yani bugüne kadar dünya da, ABD’de de, Birleşmiş Milletler de biliyor, Rojava’dan oraya bir mermi ya da taş bile atılmamıştır. Dolayısıyla bizim “güvenlik tedbirlerimiz, güvenlik endişelerimiz” derken işgale zemin hazırlıyor. Bir de Türkiye’nin Rojava topraklarını işgal etmek için 3 amacı var.
Bu amaçlar nedir, açabilir misiniz?
Birincisi Misak-ı Milli dedikleri, işte yüz yıl önce Osmanlı mebusanlığında kabul edilen Türkler ve Kürtlerin birlikte yaşadığı topraklar üzerinde bir devlet kurma iradesidir. Maalesef bu Türkiye tarafından şu an çarpıtılmaktadır. Çünkü Misak-ı Milli aslında Kürtlerin de Türklerle, diğer halklarla eşitliğinin olduğu bir sistemi öngörüyordu. Yani Kürtleri köleleştirme, Türkleştirme, Kürtlerin özgür iradesine saygılı olmama, Misak-ı Milli’nin ruhunda yoktur. Ama bunlar şimdi bunu gerekçe yaparak, bir Kürt soykırımını da düşünerek, tıpkı Ermenilere 1915’te yaptıkları gibi Kürtleri kendi coğrafyalarında bitirmek istiyorlar.
İkinci hedef orada demokratik özerk bir yapı oluşturuldu. Bu halkların kardeşliği temelinde örülen yapı Türkiye’yi çok korkutuyor. Çünkü ileride bu hem Ortadoğu’ya hem de Türkiye’ye Kürt sorununun çözümünde örnek gösterilebilir. Bu nedenle oradaki demokratik Özerk yapıyı kendi zihniyetleri, ulus devlet zihniyetleri, o İttihat Terakki zihniyetleri için çok tehlikeli görüyorlar. Bunun için saldırmak ve işgal etmek istiyorlardı.
Üçüncü amaç ise şudur. Bilindiği gibi Suriye topraklarında IŞİD’e karşı en büyük mücadeleyi Kürtler verdi. Türkiye’nin ilk baştan beri Müslüman Kardeşler olmak üzere başta Nusra sonra IŞİD ile bugün de süren ilişkileri var. Biliyorsunuz bir de ayrıca IŞİD’in Irak’ta bir dirilme çabası var. Burada, Suriye’de katkı sağlamak için de aslında girmeyi amaçladılar. Yani bu 3 neden aslında işgalin gerekçesiydi. Yoksa güvenlik endişeleri falan hepsi düzmece iddialar. Hiç kimse de buna inanmıyor.
Yine maddelerden biri de ‘Güvenli Bölgenin bir barış koridoru olması ve yerinden edilmiş Suriyelilerin ülkelerine dönmeleri için her türlü ilave tedbirin alınması’ meselesidir. Bununla yapılmak istenen nedir?
Türkiye’nin Suriye’ye mültecileri yerleştirmesi meselesinde amacı çok açıktır. Yani Afrin’de de yaptıkları, orada Kürtleri sürmektir. Afrin’de ne yaptılar? Afrin’de Kürtleri sürdüler ve oraya IŞİD’çi, cihadist, ÖSO’cu bir yığın Sünni Arap örgütlemesini aileleriyle birlikte oraya yerleştirdiler. Hatırlarsanız BAAS’ın da bir politikası vardı. BAAS rejimi ne yapmak istiyordu? Bir Arap Kemeri oluşturmak istiyordu. Kürtleri tamamen topraklarından çıkarmak istiyordu. İşte Türkiye BAAS’ın yapamadığını yapmak istiyor. Kısacası Kürtleri Afrin’deki gibi oradan kovmak istiyor. Biliyorsunuz uluslararası hukuka göre de demografiyi değiştirmek soykırım ve savaş suçudur. Dolayısıyla bunlar demografiyi değiştirmek istiyorlar.
Bir diğer madde olan ‘Türkiye’de Müşterek Harekât Merkezinin en kısa zamanda kurulması’ meselesidir. Harekat merkezi ile amaçlanan nedir?
Bu harekat merkezi ile Türkiye Amerika’ya teslim oldu. Yani bundan sonra Türkiye’nin Suriye’ye yönelik hiçbir harekatı Amerika’nın izni olmadan olmayacağı anlamına geliyor. Bu Kürtler açısından çok tehlike arz eden bir durum değil. Zaten Amerikalılar durumu biliyorlar. Kürtleri iyi tanıdılar. QSD’nin savaşçılığını, IŞİD’e karşı kararlılıklarını, Kürt halkının demokratik özlemlerini ve demokrasiyi nasıl kurguladıklarını yakından görüyorlar. O nedenle bir bakıma Türkiye Rusya ile Amerikan arasında kalmıştı. Şimdi Amerika’ya çark etti. Biliyorsunuz İdlib konusunda da Rusya onları çok sıkıştırıyor ve bu son günlerde Rusya adeta ültümaton verdi. Yani ‘bu kabul edilemez’ dedi İdlib’deki durum için. Dolayısıyla Türkiye Amerika’ya yaslanarak iki şekilde rahatlamak istiyor.
Türkiye’nin rahatlamak istediği 2 şey nedir?
Birincisi iç kamuoyuna “bakın biz verdiğimiz sözleri tutuyoruz” demek istiyorlar. ‘Buradaki bu yapıyı terörist yapıyı dağıtacağız’ sözünü sözüm ona yerine getirdiler demeye getiriyorlar. Bunun havasını şu anda atıyorlar. İkincisi de İdlib’de sıkışmışlardı. İdlib’de Amerikan’ın muhtemelen desteğini aldılar. Tabi 3 gün boyunca süren bu gizli görüşmelerde başka hangi pazarlıklar yapıldı bilmiyoruz. Türkiye hangi şartları kabul etti bilinmiyor. Belki de İran’a karşı konumlamayı kabul etti. Biz onları henüz bilmiyoruz. Bunların hepsi olasılıklar ama bunu bir zafer gibi sunmaları tamamen kaçarken bir insanın mezarlıkta şarkı söylemesine benzer. Bu konuda da Kürtler dünyaya örnek olabilecek, dünyanın böyle göreceği bir direniş göstereceklerdi. Bu konuda da hazırlıkları tamamdı. Onları bir anlamda da bu Vietnam bataklığı gibi Kürdistan bataklığına saplayacaklardı. Avrupa’ya dua etsinler.
‘Güvenlik Koridoru’ Kürt sorununun çözülmesine bir katkı sunabilir mi?
Özal’dan beri PKK tek taraflı olarak Sayın Öcalan’ın önderliğinde, onun yol göstericiliğinde birçok ateşkes ilan etti. Mesela Sayın Öcalan’ın 7 Ağustos’ta avukatları aracılığı ile yaptığı açıklama da bunu belirtiyor. “Bu sorunlar ancak 1919-1922 yılları arasındaki ve 1921 anayasasıyla somutlaşan ruhla çözülebilir” diyor. Nedir 1921 Anayasası? 1921 Anayasasında bir kere Türkiye halkları kavramı vardır. Halkların kimliklerini ret eden, onları Türkleştirmeyi hedefleyen bir ruh yoktur.
İkincisi de yerinde yönetimlere çok büyük önem vermiştir. Türkiye vilayet kuralları o dönemde vardı. Vilayet kuralları demek il genel meclisleri anlamına geliyor ve yetki de onlardadır. Yani bir anlamda demokratik özerklik projemizin bir benzeri gibidir. Tam direk onun kadar demokrat olmasa da bile en azından o günün şartlarında gerçekten demokratik bir ruhu taşımaktadır. Bu yolu Sayın Öcalan onlara gösteriyor. Aslında Sayın Öcalan bu sıkışmışlık ortamında yani Türkiye dış politikada, ekonomide, siyasette, askeri alanda her yer bu kadar zor durumda iken kendilerine bir can simidi atıyor. Diyor ki; ‘Gelin Kürtlerin haklarını kabul ederek bu savaş yerine müzakerelerle barışçıl yöntemlerle bu işi çözelim ve ben hazırım.’ Ben hazırım derken tabi ki Kürt halkı da, Özgürlük Hareketi de hazır. Sayın Öcalan’ın Kürtlerin üzerindeki etkisini artık dünyada biliyor. Dolayısıyla eğer değerini, kıymetini bilirlerse, bunu doğru değerlendirirler ve gidip Amerika’dan, Rusya’dan medet ummaları yerine biz kardeş halklar olarak kendi aramızda bu sorunu çözebiliriz.
Ama öyle görünüyorki Türkiye bu son yaptığı bu “güvenlik koridoru” meselesinde de bir politik manevra yaptı. Giremeyecekti. Giremeyeceği zaman da ne olacaktı? O sözü söz anlamında halklar ve dünya nezdinde çok kötü duruma düşecekti. Girseydi bir Vietnam ile karşılaşacaktı. Bu durumda aslında Amerika onları bir anlamda kurtardı.
Bu minvalde Öcalan’ın daha önce avukatları ile yaptığı ve kamuoyuna yansıyan mesajlarından birinde ‘Türkiye’nin hassasiyetleri göz önüne alınmalıdır’ diyordu. ‘Güvenlik Koridoru’ anlaşması kapsamında düşünecek olursak bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Biliyorsunuz QSD Genel Komutanı Mazlum Kobanî de bunu açıkladı. Dedi ki; “biz bir güvenlik koridorunun oluşturulmasına karşı değiliz. Bu şehirleri kapsamamalı. 5 km derinlikte olmalı ve bizim elimizde 20 km menzilli silahlarımız var. Onu da 20 km sınırdan uzaklaştırırız ve YPG Türkiye sınırlarından çekilir. Oranın yerel birimleri, askeri güçleri oluşturur ve sınır güvenliğini sağlarlar. Türkiye’de ancak Afrin konusunda esneme içine girerse, oradaki çeteleri çeker ve Afrin’den çıkan Kürt halkının tekrar Afrin’e gitmesine müsaade ederse biz böyle bir plana varırız. O zaman Türkiye’de kalabilir. Ama Türkiye Afrin konusunda bir gelişme sağlamazsa biz Türkiye’nin bu güvenli bölge içinde olmasını istemeyiz.” Şimdi basından öğrendiğimiz kadarıyla Amerika sanki şöyle bir konuda görüş birliğine Türkiye ile varılmışlar. Bu böyle 5 km değil de belli yerlerde 4 belli yerlerde belki 15’e çıkacak bir sahada Amerika askerleriyle birlikte Türkiye askerlerinin olması anlamında teklif götürmüşler. Sanıyorum Türkiye bunu kabul etmiş. Ama detayları dediğim gibi henüz bilmiyoruz. Gazeteciler ve bazı analistlerin yorumlarından çıkardığımız sonuçlar. Belki ileride Rojava yönetimi de bu konuda açıklama yapacaktır. O açıklamadan sonra daha sağlıklı yorumlar yapabiliriz.
Daha önceki röportajlarınızda demokratik çözüm sürecinin bitirilmesinin temel nedenlerinden birisinin Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye yönelik yaklaşımından kaynaklı olduğunu söylediniz. Türkiye’nin bu yaklaşımını biraz açabilir misin?
Türkiye Salih Müslüm’ü davet etmişti. Ona da söylemişlerdi. Söyledikleri şuydu. “Bu cihadist örgütlerle işbirliği yapın, ÖSO çatısı altına girin.” Ve bir de Suriye’ye karşı savaş açılması. Yani kısacası bu Sayın Öcalan’ın en başta Rojava için ortaya koyduğu Üçüncü Çizgi stratejisine aykırılık teşkil ediyordu. Biliyorsunuz Sayın Öcalan Üçüncü Çizgi’de derki; “Biz ne bölgeye müdahale eden hegemon güçlerin yedeği olacağız ne de bugünkü Ortadoğu’daki gerici, Kürtleri ezmeye çalışan, haklarını tanımayan gerici devletlerin, sömürgeci devletlerin yedeğini gireceğiz.” Dolayısıyla dayattıkları tamamen Üçüncü Çizgi’ye aykırıydı. Sayın Öcalan da Özgürlük Hareketi de bunu ret etmişti. Bunlar bu dayatmayı kabul etmeyince de masayı devirdiler. İmralı sürecinin bozulmasının birinci nedeni buydu. Rojava konusuydu.
Peki Öcalan’ın bu konudaki yaklaşımı nedir. Daha önce Öcalan’ın Kuzey Suriye için ‘Kırmızı çizgimdir’ açıklamasına şahit olmuştuk. Bu durum hala öyle midir?
Tabi ki de öyledir. Zaten görüşmeler sırasında Demokratik Özerklik projesine ben bir itirazı devlet heyetinden duymadım. Yani çok mantıklı buldukları konusunda fikir veriyorlardı. Görüşmelerdeki esas mesele, kırılma noktası Rojava ile ilgiliydi ve masanın devrilmesinde de en önemli etken o oldu. Hatırlatırım, mesela Gre Spi IŞİD’in elinden alındığında Erdoğan bir açıklama yapmıştı o zaman. Demişti; “Bu bizim kırmızı çizgimizdir. Kesinlikle bunu kabul edemeyiz.” Biliyorsunuz o süreçlerde IŞİD’e destek verdiler. Kürt hareketi, Özgürlük Hareketi’ni kendi yedeklerine almaya çalıştılar. Bununla yaklaşmışlardır. Asıl çözüm meselesi değildi. Adı çözüm süreci olarak konmuş ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin sonradan açılan detaylarıyla açığa çıktı ki niyeti o zaman çözüm değildi. Masada Kürtlere, Sayın Öcalan ve Özgürlük Hareketi’ne dayatmalarda bulunmak ve bunu kabul ettirmek, kendi yedeklerine almak istiyorlardı. Ama Sayın Öcalan tabi özgür bir insan. Kendisi de her zaman “ben burada cezaevinde olsam bile beynim daima özgürdür” diyordu. Ve o özgürlükle de ona bu dayatmaları kabul ettiremezlerdi. Bir süre sonra artık bunu sürdüremeyecek duruma gelince, Türkiye’de bu barış süreci, çözüm süreci denen süreç giderek HDP’nin gelişmesine de hizmet ettiği, AKP’nin giderek küçülmeye başladığını da görünce masayı da zaten devirmiş oldular.
Son mesajında Öcalan, Ahlat ve Malazgirt’te başlayan Türk-Kürt ilişkilerinin 1921 Anayasası’na kadar gelişimini değerlendiriyor. Bununla ilgili olarak da duyarlı tüm çevrelerin gerçekliğe uygun hareket etmeleri gerektiğini belirtmiştir. Ahlat ve Malazgirt’te başlayan Türk-Kürt ilişkilerinin 1921 Anayasası’na kadar gelişiminde ne olmuştu?
1071’de Türklerin Anadolu’ya girişi diye not düşürülür. O giriş düşünülünce biliyorsunuz Malazgirtliler Romen Diyojen, Bizanslılarla bir savaş sonucunda da Bizansları yenmeleriyle bu gerçekleşmiş. Ama şu göz ardı edilir. Orada aslında Mervaniler vardı. Yani bugünkü bizim Silvan, Farqin dediğimiz merkezdi. Kürt birliğinde büyük destek aldılar. O destekte de Bizans’a zafer kazanmalarına büyük etkisi olur. Sonra 1071’de Anadolu’ya girdikten sonra ikinci bir Kürtlere ihtiyaç duymaları, 1500’lü yıllardadır. 1500’lü yıllarda da Yavuz Sultan Selim, kapitalizmin Avrupa’da gelişmesiyle yürünemeyeceğini daha fazla ilerlemeyeceğini anlayınca bir de Safavi tehlikesi giderek Anadolu’yu tehdit edince Kürtlerle ikinci ittifak, tarihi buluşma gerçekleştirmiştir. Özellikle Sünni Kürt Beyleriyle bir antlaşma yaptılar. Bu antlaşmayla Ortadoğu’ya, Kafkaslara, Arabistan’a açılabilmişler. Dolayısıyla bu da ikinci bir tarihti. Üçüncüsü de özellikle Kurtuluş Savaşı sürecinde denilen süreçte gerçekleşmiştir. Bu da 1919’da 1922’ye kadar, 1921 Anayasasında somutlaştı. Ki bunun öncesi biliyorsunuz Amasya Protokolü, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları, Büyük Millet Meclisi’nin açılması ve 1921 Anayasası vardı. Hatta 1922’de mecliste gizli bir oturumda Kürdistan’a özerklik yasasının da çıkması bu döneme ait belgelerdir. Biliyorsunuz 1970’de de Mustafa Kemal gazetecilere verdiği demeçlerde diyor ki; “Türklerle Kürtler arasında bir sınır çizmemiz mümkün değil. Bizim bir özerklik projemiz var.’ Bununla 1921 Anayasasını kast ediyor. Tabi 1920’den sonra esasiyle her şey alabora edildi. Kürtlerin kimliği ret edildi ve Kürtler üzerinde Türkleştirme siyaseti büyük bir soykırım politikasıyla yürüdü. Bu dönemden beri de bu sorun devam ediyor.
Öcalan bu çerçevede ister kendisini Kemalist, ister Yeni Osmanlıcı olarak ifade etsin her iki anlayışın da Türk-Kürt tarihine ve ilişkilerine doğru ve tutarlı yaklaşmaları gerektiğini söylüyor. Açtığınız çerçeve ele alacak olursak burada Öcalan’ın kast ettiği nedir?
Sayın Öcalan diyor ki ister Kemalistler olsun ister Neo Osmanlıcı olsun yani CHP ile AK Partiyi kast ediyor. CHP, Ergenekon, Vatan Partisi, bunlar Kemalist kesimden. AKP, MHP’yi de Neo Osmanlıcı olarak tanımlıyor. Şimdi bunlara diyor ki sizin böyle Kürtleri inkar etmenizde, Kürtlerin haklarını, hukukunu gözetmemekle bu sorunu çözemezsiniz. Sorunu çözemediğiniz de giderek ağırlaştığı görülüyor. Suriye’ye daha doğrusu Rojava’ya hareket tartışmaların yapıldığı süreçte Sayın Öcalan tavrını bir kez daha net olarak ortaya koydu. Türkiye’ye bir barış eli uzatmaktan ziyade aslında bir can simidi attı. Eğer kıymetini bilirlerse bu Türkiye’nin içerisine girdiği bütün sıkıntılara da son verebilecek bir çağrıdır.
Öcalan son görüşme de Kürt-Türk ilişkilerine dikkat çekerek Kürtsüz Türk’ün Türksüz Kürdün olamayacağına ifade ediyor. Öcalan Kürt-Türk ilişkisi neden bu kadar önemli?
Sayın Öcalan bunu savunmalarında çok geniş çapta açmış. Mesela tarih boyunca Hititler dönemine kadar inilebilir. Anadolu’yla Mezopotamya arasında bir birliktelik söz konusu olmuş, tarihten gelen bir özellik. Ne Anadolu Mezopotamyasız, ne Mezopotamya Anadolusuz yaşayamaz gibi bir belirlemeyle güncel konuda da Türkiye’nin mutlaka Kürtlerle sorunlarını barışçıl yollarla çözerek hal etmeleri gerektiğidir. Mesela artık Türkiye’nin mevcut koşullarında da dikkat ederseniz Kürtlerle Türkler bütün 7 bin 80 km kilometre karede çok iç içe geçtiler. Mesela Cumhuriyet’in ilk kurulduğu dönemlerde Kürtlerin yüzde 90’ından fazlası Kürdistan’da yaşıyordu. Ama daha sonra bu bilinçli politikalarla öyle bir duruma geldi ki bugün İstanbul en büyük Kürt şehri diye tanımlanır. 4 milyonun üzerinde Kürt yaşıyor. Kürt nüfusunun yarısından fazlası batı metropollerinde yaşıyor. Türkler ile Kürtler bu kadar iç içe geçtikten sonra bu halkları artık birbirinden ayırmak, bölmek, akla da aykırıdır. Bunun gerçekleşmesi zordur. Türklerle Kürtler tarihi buluşmayla, akılcı bir çözümle, müzakerelerle bu sorunlarına çözüm bulabilirler. Mesela Sayın Öcalan’ın bu konuda dikkat çektiği bir şey var; ‘Bizim yeni devlete de ihtiyacımız yok’ diyor. Biz sadece Kürtlerin hukuku ne olacak diyoruz.
Öcalan’ın da söylediği bu ‘Kürtlerin hukuku ne olacak’ sözünü biraz açar mısınız?
Hukuk, haklar kavramının çoğuludur. Bir anlamda Kürtlerin hakları, Kürtlerin ulusal hakları ne olacak diye devlete soruyor. Sayın Öcalan savunmalarında bu konuda detaylara girmiştir. Anadilden, eğitimden tutalım da yerinden yönetimlerin güçlendirmesine kadar açık bir şekilde ifade etmiştir. Bu Türkiye’ye de yarar sağlayacak. Türkiye’yi bir demokratik cazibe merkezi haline getirecek önerileri, projeleri vardır. Onun için çok rahatlıkla diyebiliyor ki “Ben kendime güveniyorum ve çözüme hazırım. Ama önemli olan devlet aklının da devreye girmesidir.” Kürtleri ret etmenin Saddam’ın yolu olduğu, Saddam’ın sonu ne olduysa bu İttihat ve Terakki fikrinde olan Ergenekon, AKP, MHP’nin sonu da böyle olur. Onun için ben diyorum ki Sayın Öcalan Türkiye’nin bu kadar ekonomik, dış politikadan, siyasette, zor duruma düştüğü bir dönemde bir can simidi atmıştır. Umarım bunu olumlu değerlendirirler ve Türkiye’de artık analar gözyaşı dökmez ve Türkiye Ortadoğu’da da bir demokratik cazibe merkezi haline gelir.
Özal’ın 1993 yılında ‘savaşla çözüm olmaz’ sözüne atıfla; aynı durumun geçerliliğini korumasına rağmen bugün Özal’ın kararlığını gösterecek bir iradenin varlığını sorguladığını vurgulamış. Bugün Özal’ın göstermiş olduğu siyasi bir aktörün olmadığını mı söylüyor?
Sayın Öcalan savunmalarında da bu konuya dikkat çeker. Özal aslında Kürtlere karşı en amansız savaşan bir başbakandı. 1983’te Başbakan olunca biliyorsunuz 1984’te gerilla hareketi başladı. İlk kurşun sıkıldı ve bir gerilla mücadelesi başladı. Şimdi 9 yıl boyunca Özal Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak, Özgürlük Hareketi’ne karşı amansız savaştı. Mesela bu köy koruculuğudur, özel timlerdir. OHAL’dir. Bütün o Kürtlere karşı alınan önlemlerde Özal’ın payı ve imzası vardı. Ama Özal bir tahlil yaptı. 1992’de Irak’ta bir Kürdistan devleti oluşmaya başlamıştı. Yani sonuçta dünyada da biliyorsunuz bugün 3. Dünya Savaşı dediğimiz süreç o dönemde başlamıştı. Şimdi Özal hem dünyayı tahlil ederek, hem de 9 yıllık savaşı göz önünde bulundurarak Kürt sorununun silahla çözülemeyeceğini şiddetle çözülemeyeceğini fark etmiştir.
Hatta bize şöyle söylüyordu o dönemde; “Bakın ben birçok generali de, Eşref Paşa’yı da ikna ettim. Eğer ben Süleyman Demirel’i ikna edemezsem de Cumhurbaşkanlığından istifa edeceğim, yeni bir parti kurup bu sorunu çözeceğim. Aslında bu sorun çözülmeyecek bir sorun değil, ama güçlü irade gerekiyor. Ben de o güçlü iradeye sahibim” diyordu. O zaman Mesut Yılmaz da Özal’ın bu yola girmesine muhalefet ediyordu. Bunun çok tehlikeli olduğunun da farkındaydı. Hatta bu konuda “Ben her zaman kefenimi de yanımda taşıyorum. Bunun ne kadar zor bir sorun olduğunu biliyorum” diyordu. Ama sonuçta biliyorsunuz Sayın Öcalan’a bizler ve o zaman Mam Celal aracılığıyla ve gazeteci Cengiz Çandar aracılığıyla ateşkesi o 17 Mart’ta bir ay olarak ilan ederek süresize çevrilmesini istiyordu. Biz de o basın toplantısında bulunduk. Sayın Öcalan değer verdi ve barışa bir şans tanımak istedi. Sayın Özal’ın iradesine karşı o da 16 Nisan 1993’te ateşkesi süresiz olarak uzattı. Daha Şam’dan Türkiye’ye gelmeden 17 Nisan’da Özal’ın ölüm haberi geldi. Daha sonra Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğü konusu neredeyse netleşti.
Dolayısıyla Sayın Öcalan buna dikkat çekiyor. O zaman bir irade vardı. Şimdi ben bir irade arıyorum diyor. Şu andaki mevcut hükümet bloğunda o irade yok. Ne yazık ki ana muhalefet partisinde de henüz bu irade yok. Biliyorsunuz savaştan yana sosyal demokrat olduklarını söyledikleri halde en son Kılıçdaroğlu “güvenli bölge, barış koridorunda” alınan kararlarına alkış tutmaya başladı. Dolayısıyla Sayın Öcalan ortada bir muhatap arıyor. Bu muhatap demokrasi güçleridir ancak onlar da henüz örgütlülükleriyle ve güçleriyle toparlanamamışlar. Dolayısıyla bir alternatif olamıyorlar. HDP önemli bir çıkıştı ve HDP hala bir umuttur. Eğer HDP daha çok güçlenirse ve Türkiye’deki demokrat güçlerle büyük bir ittifaka girerse o zaman belki bir alternatif ortaya çıkabilir. Yoksa bugünkü devlet İttihat ve Terakki anlayışla Sayın Öcalan’ın çağrılarına yanıt verebilir mi diye kuşkularım var.
Bugün Öcalan hala çözümde ısrar ederken ve çözeceğini söylerken, devlet çözüm için neden adım atmıyor?
Zihniyet açısından adım atma cesareti gösteremiyor. Biliyorsunuz artık tekçilik, tek adam diktatörlüğü, Türkleştirme, İttihat ve Terakki zihniyeti, dünyada artık yok oldu. Saddam’ı hiç görmüyorlar mesela. Saddam Baas’ı, Saddam’ın Baas anlayışı İttihat ve Terakki anlayışından farksız değildi. Baas anlayışında Arapçılık öne çıkar, bunlar da Türkçülüğü öne çıkarıyorlar. Bu zihniyete Türk Baası demekte doğrudur. Bunlar artık süresini, miadını doldurdu. Eğer bunu göremezlerse ulus devletlerinde ısrar ederlerse, bir de o katı ulus devlet anlayışıyla Kürtleri, sözüm ona Türkleştirmeye, soykırıma tabi tutma yoluna devam ederlerse, bu çağda bunu yapamayacakları çok açıktır. Kürtler artık örgütlü bir halktır. Önderleri vardır. Öncüler, orduları vardır. Kürtler artık yüz yıl önceki politikalarla ya da Baas politikalarıyla yönetilemez. Bu açık ve nettir. Bu onları felakete götürür. Biz belki bedeller öderiz. Sayın Öcalan da İmralı görüşmelerinde söylüyordu. Diyordu; ‘Kürtler küllerinden yeniden dirilebilir ama eğer AKP bu süreci bozarsa Erdoğan’ın sonu Kaddafi gibi de olabilir.’ Bunları İmralı görüşmeleri sırasında söylüyordu.
MA / Sadiye Eser