Ülke topraklarının yaklaşık beşte birini haritadan silen 6 Şubat Maraş depremlerinin üzerinden geçen süre boyunca korkunç şeylere tanık olduk. Devletin belki de tek gerekli olduğu anda, yurttaşların hayatını kurtarmak için harekete geçmemesi en iyimser tahminle 100 bin üzerinde insan canına mal oldu. Burada sorumluluk, cumhurbaşkanlığı kurumunun omuzlarında görünüyor. Bütün komutların tek merkezden ve buradaki tek şahsın ağzından çıkacak kelimelerle belirlendiği sistem, merkezde yaşanan üç günlük tereddüt sonucu felç oldu. Şimdi milyonun üzerinde evsiz kalmış insanın ihtiyaçlarını karşılama konusunda da aynı çaresizlik ne yazık ki devam ediyor. Salgın hastalık riski ciddi biçimde artıyor.
Kurtarma, yardım ve halk sağlığı bahsinde tam bir çöküş yaşayan devlet kurumlarının, sahadaki yardım kuruluşlarını, belediyeleri ve sivil inisiyatifleri engelleme konusunda ise gayet etkili çalıştığı gözleniyor. Valiler ve kaymakamlar; kayyum atama, soruşturma açma, yardım konvoylarına el koyma, tarikatçılardan tekbir timleri oluşturma, can çekişen binlerce insana salâ okutma ve yaşanan felaketin kökündeki devlet sorumluluğunu belgeleyen delilleri ortadan kaldırma rotasında ustalıkla harekete geçmiş bulunuyor. İsrailli, Hırvat ve Alman kurtarma timleri silahla tehdit edildikleri halde can güvenlikleri sağlanmadığı için bölgeyi terk etmek zorunda kaldılar. Bu saldırılar, Cihat Yaycı adlı bir emekli amiralle birlikte Perinçek avanesinin başını çektiği bir UFO’cu kanaat önderleri çetesi tarafından, depremi dış güçlerin sismik bir silahla yaptığı ve 96 saat içinde Türkiye’yi işgal edecekleri yolunda verilen vaazların sonucuydu. İspanyol timleri ise kan donduran bir nedenle ülkeden ayrıldılar: Enkaz altından yardım çığlıkları gelirken iş makinelerinin çalıştırılarak insanların diri diri gömüldüğünü ve bu insanlık suçuna ortak olmak istemediklerini ifade ettiler.
Bu koşullarda suçlamaların oku doğal olarak bir ve tek komuta birimine yöneliyor. Devlet gemisinin kaptan makamına tek başına oturmuş şahsın sistemi de kendiyle birlikte şoka sokarak felç ettiği düşünülüyor. Daha geniş bakılırsa, devleti yönetmekle yükümlü AKP iktidarı bir bütün olarak sorumlu görünüyor; müttefikleriyle birlikte. Savunma cephesi ise bir yandan sivil inisiyatifleri hedef göstererek tepkiyi kendi üzerlerinden o tarafa atma telaşındayken, yaşanan çöküşten de geçmiş yönetimleri sorumlu tutmayı deniyor. Bununla birlikte, bir de seçimsiz iktidar hesapları yaptığı gözleniyor. Depremzedelere yeni konutlar inşa etme faaliyetleri başlatıyor. Bir de televizyonlarda tuhaf bir kampanyayla, çoğunluğu devlet kurumları ve bankalarından oluşan ‘hayırseverlerin’ deprem mağdurlarına adeta sadaka ikramını sağlıyor. PR faaliyetlerinin bir ucu da deprem felaketine Diyanet ve tarikatlar yordamıyla ilahi anlamlar kazandırmak.
Buraya kadar aktarılanlar ve anaakım muhalefetten gelen eleştirilerin büyük çoğunluğu, sorumlu olarak Erdoğan ve AKP’yi karşısına alır nitelikte. Sorun devlet aygıtının yanlış idaresinde. Bazı muhalif yorumcular daha da ileri gidip ‘99 depreminin nasıl da bundan farklı olduğu, TSK’nın ve diğer devlet kurumlarının nasıl derhal seferber edilerek canla başla hayat kurtardıkları üzerine Z kuşağının kulağına tatlı ninniler söylüyorlar. Oysa yirmi dört yıl önce o felaketin mağdurlarıyla omuz omuza çalışmış olan dayanışma gönüllüleri, hiç de öyle olmadığını, birebir olmasa da çok benzer devlet-toplum, asker-sivil, merkezi yönetim-yerel yönetim ikilemlerinden kaynaklanan sorunlarla mücadele etmek zorunda kalındığını iyi bilirler. O depremde devlet aygıtı şimdiki anaakım muhalefetin selefi olduğunu söyleyebileceğimiz ellerdeydi ve o zaman da şok ve ardından felç geçirmiş, sonunda da en etkili icraat olarak kayıtlardaki ölüm sayısını kağıt üzerinde 17 bin rakamında sabitleme başarısına imza atmıştı. Denize atılan molozlardan her yanı saran ceset kokusu, gerçek rakamın birkaç kat fazla olduğunun en somut kanıtıydı.
Kendi deneyimimdir: Gölcük’te iki kardeş birkaç gün kurtarılmayı bekledi, bütün çabalarımıza rağmen kimse yardıma gelmedi. Sebebi, bütün kurtarma timlerinin ve iş makinelerinin Donanma Komutanlığı’nda enkaz altında kalan amiraller kurtarılana kadar orada bekletilmesiydi. Sonuçta bu iki genç arkadaşımızın cenazelerini enkaz altından çıkarmak için yüklüce rüşvet ödeyerek bir iş makinesini çalıştırtabilmiştik. Hayatlarını kurtaramamıştık ama onları insanlık onuruna yakışır biçimde gömebilmek de nihayetinde bir ayrıcalıktı. Milli eğitim mektep tedrisatından zaten aşina olduğumuz devletin bireye ve topluma, askerin sivile, merkezin yerele vb. önceliği, acılar içinde beynimize bir kez daha çakılmıştı.
İşte o nedenle AKP’yi, Erdoğan’ı, siyasal İslamcı zihniyeti ya da hükümeti, devleti yanlış yönetiyorlar diye suçlamak, doğruluk payı olmakla birlikte her şeyi açıklamıyor. Adorno, ‘Yanlış hayat doğru yaşanmaz’ demişti. Yanlış bir devleti doğru yönetmek de o ölçüde imkânsız olsa gerek.