Doksanlı yıllar, Türkiye Kürdistanı’nda devlet şiddetinin doruğa ulaştığı; zorunlu göç, faili meçhul cinayetler ve zorla kaybetmelerin yaygınlaştığı bir kirli savaş dönemiydi. Bu dönem, hem bir süreç olarak hem de sonuçları itibariyle henüz yeterince çalışılmış değildir. Sosyoloji ve antropoloji alanlarında yeni yeni çoğalan bazı akademik araştırmalar dışında, dönemi görsel bellek açısından inceleyen çalışmalar yok denecek düzeydedir. Doksanları ele alan sinema, edebiyat, güncel sanat ve tanıklık literatürüne bakıldığında; dönemin kendine özgü karakterini ele veren çeşitli obje, imaj ve sembollerin sıklıkla kullanıldığını görürüz. Dönemin sembolik gösterenlerine dönüşen bu objeler, adeta savaşın kolektif hafızasında birikenleri temsil eden bir yüklenmeyi içermektedirler. Peki bir obje, sahiden etrafındaki insanları etkileyen bir enerji içerebilir mi? Antropolog Yael Navaro “Kurmaca Mekân: Kuzey Kıbrıs’ın Duygu Coğrafyası” başlıklı kitabında bu soruya olumlu yanıt veriyor ve bu enerjiyi affective yani duygulanımsal/duygulandırıcı olarak tanımlıyor. Navaro’ya göre, her an özne ile nesne arasında bir etkileşim vardır ve birçok obje insanlar üzerinde duygulanımsal bir enerji bırakıyor.
Navaro’nun bu çerçevesinden bakıldığında 90’lı yılları temsil eden ya da çağrıştıran objeler, imajlar ve sembollerin de Kürdistan’da yaşayan insanlar üzerinde duygulanımsal bir enerji yarattığını söyleyebiliriz. Çünkü bu objeler oradakilere sürekli bir baskı, şiddet ve direniş tarihini anımsatıyorlar. Örneğin bu kirli savaşın Kürdistan’daki kolektif hafızasına tutunan önemli savaş objelerinden birisi olan Renault marka Beyaz Toros arabalar, sadece savaşın tanıklığını yapmış kişilerin değil, aynı zamanda bu savaşı konu edinen sinema, edebiyat, tiyatro ve güncel sanat gibi alanlarda da sıklıkla işlenerek adeta bir doksanlar fenomenine dönüşmüştür. Devlete bağlı olarak harekete geçirilen JİTEM gibi kontrgerilla oluşumlarının yürüttüğü kirli savaş ile özdeşleşen Beyaz Toros adeta bir dönemin devlet şiddetinin bedenleştiği bir sembol oldu.
Navaro’ya göre hayalet, geçmişe dair maddi varlıklardan herhangi bir şeydir ve bu objelerin içinde veya arasındadır. Hayalet “bir şeyin temsili değil tam aksine o şeyin kendisidir”. Beyaz Toros bir noktadan sonra artık devlet şiddetini temsil etmez, devlet şiddetinin kendisi olur. Bir obje olarak gündelik hayatın içindeki varlığı, orada yaşayanların üzerinde bir güç/etki yaratır. Hayalet aynı zamanda hem vardır hem de yoktur; zira “varlığı yokluğu aracılığıyla belirir”. Beyaz Torosların varlığı sürekli onlar tarafından kaçırılıp zorla kaybettirilen insanların yokluğunu hatırlatır.
90’lara dair baskı ve direnişin görsel hafızası elbette sadece Beyaz Toros ile sınırlı değildi. Hizbullah’ın sivilleri katlettiği Takarov marka tabancalar ve palaların, öldürülen gerilla bedenlerinin bir “ibret” iması ile çarşı-sokak gezdirildiği belediyelerin çöp traktörlerinin, komando operasyonlarının çocuklara arta kalan ganimetlerinden olan konserve kutularının, çatışma bölgelerindeki kurşun kovanlarından koleksiyon oluşturan çocukların, yakılan köyün fotoğrafını gizliden çekip paylaşan askerin, “terörist” olarak damgalanmanıza sebep olan çanak antenlerin, newrozların şaşmaz klasiği olan sarı, yeşil ve kırmızı fularların ve daha nice savaş tanığı obje, imaj ve sembolün hikayesi dile gelmeyi, anlatılmayı bekliyor.
Bu noktada, doksanlara dair sinema, edebiyat, güncel sanat vb literatür ve tanıklık hikayeleri üzerinden; dönemin savaş gerçekliğini anlatan objeler, imajlar ve sembollerin bir koleksiyonunun oluşturulması elzemdir. Doksanlar boyunca savaşın yoğun olarak yaşandığı bölgelerdeki tanıklarla görüşmeler yapılarak dönemin kolektif hafızasını temsil eden objeler, imajlar ve sembollerin derlenmesi yoluyla doksanların kolektif hafızasının görsel hafızaya tutunan temsillerinin oluşturulması; dönemin siyasal tarihinin içinden geçen gündelik yaşam deneyimlerine tutunmuş mikro tarihi açığa çıkarmak açısından da son derece kıymetli olacaktır.