Hüseyin Bul
Mehmet Eroğlu, en son, İyi Adamın On Günü, Kötü Adamın On Günü ve Meraklı Adamın On Günü serilerinde edebiyatın farklı türlerindeki iddiasını, becerisini ortaya koyarak polisiye severlere, bu türün acılı, belki biraz mayhoş, tatlı tarifini vererek ödüllendirdi dersek yanlış olmaz. Her romanda bir gıdım da olsa polisiye yön vardır derler ya, 9.75 filminde de acılarının peşine düşen, kaynağını merak eden Ahmet’in (Nejat İşler) hikâyesi konu edinen senaryo Mehmet Eroğlu’nun aynı adlı romanından uyarlanmış.
Farklı lisanı doğuran egemen sınıf
Film farklı zamanlar arası yolculuklarla derinleşse de asıl meramın anlatıldığı iki bölüm/zaman var. Bu iki bölüm ve zamanı iki dille de ayırmış yönetmen. Altını çizerek seyircinin gözüne sokmasa da izafi olarak orada duruyor, durmuyor aslında akıyor. Durduğu yer daha çok insanların belleklerinde. 40 binden fazla insanın ölümüne sebep olan ve hala ateşi sönmeyen bir savaşın doksanlı yıllardaki tırmanışına denk gelen birinci bölüm; eskiden kalan, zihinde silinmeyen, silinemeyen, unutulamayanı simgelerken, filmi oluşturan iki dilden biri olan Kürtçeyle anlatıyor meramını. Kürtçe konuşanla-şiddet görenler- Türkçe konuşanlar farklı lisanlar kullandığından anlaşamazlar.
İkinci dilim/bölüm/zaman için günümüz diyebileceğimiz filmin geçtiği zaman olan Gezi yılı; savaşı arkasında bırakmış ruhen yaralı bir insanın karanlıktan çıkmaya çalışmasına şahit oluyoruz. Fakat yeniden bir çatışmanın ortasındadır, çevre/mekân bulunduğu girdaptan çıkmasına ne yazık ki pek uygun olmadığı gibi destek de vermiyor. Bu defa çatışmaları sadece izlemekle yetiniyor. Buradan da, görevle sorumluluklarımız arasındaki kalın çizgiyi yönetmen bilerek ya da bilmeyerek gazlı dumanla çiziyor ve seyirciyi dumanın içine itiyor. Bu bölümde ve filmin büyük bölümünde geçen/konuşulan dil Türkçedir ama rededenlerle-şiddet görenler (sokaktakiler/alandakiler) şiddeti uygulayanlar farklı lisan kullandıklarından yine anlaşamazlar.
Sevgi ve hoşgörüyle bakmak
Kimsenin kendisini yüzündeki yarasından dolayı sevmeyeceğini düşünen Ahmet bu ‘kusurunu’/yönünü ilk tanıştığı kadına adeta bir kuyudan yukarı seslenir gibi anlatarak elinden tutmasını ister. Yarasını gizlemeye çalıştıkça içine kapanan Ahmet’in yaşadığı travmadan kurtulmasının adresi bellidir aslında; sevgi. Yönetmen bunu yüksek sesle dile getirirken terk edilmişliğin cehennemine çevirir kamerayı. Filmin başlama noktası da Ahmet’in sendromlarının kaynağı da o karanlık koridorlardır ve ışığı birinin gelip açması gerekiyor. Işığın düğmesine sevgiyle dokunan ilk kişi Serap (Funda Eryiğit) olurken, dolaylı da olsa diğer kişi eski askerlik arkadaşı oluyor. Ama aydınlığa açılan kapıyı aralayanın bir kadın olması Ahmet’in asosyalliğine de güçlü bir darbe almasına vesile oluyor.
Farklı diller/mekânlar ve cinsel kimliklerle zenginleştirilmeye çalışılan filmin en önemli eksiği Kürtçeye altyazı olmaması. Bu da Kürtçe bilmeyen izleyicilerde filmin bütününe hakim olamama ve kopukluklar hissetmesine sebep olabilir. Menderes Samancılar’ın akıcı Kürtçesi diğer oyuncuların konuşmalarını lehçe/ağız/boğaz durumuna düşürüyor.
Ölümle yaşam arasında gidip gelen Ahmet’in varolmasına, ayakta durmasına vesile yazdığı romandır. Bu eseriyle kendini temize çekeceğini düşünürken bir yandan da günahlarından arınıp kendiyle barışacağını düşünür. Nihayetinde yönetmen bunu son dönemlerde dilimize pelesenk olan ‘helalleşmeyle’ kahramanı (Ahmet) arındırır. Peki bu kadar kolay mıdır? 2004 yılında öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’la, 2009 yılında 9 yaşındaki Ceylan Önkol’la, Gezi’deki çocuklarla nasıl helalleşeceğiz? Elbette bu söylediklerimin filmle bir bağlantısı yok ama çağrıştırdığı apaçık ortada. Diyeceğim o ki yazar (Ahmet) mademki pis bir savaşın ferdiydi, buna şahit oldu, Gezi’de de olanları sadece penceresinden izlemekle yetindi, bari oradaki hukuksuzlukları, adaletsizlikleri, orantısız şiddeti görebilir, biber gazının içinde kaybolup gitmeyebilirdi. Filmin derdi/meramı bu olmayabilir ama bu coğrafyanın kronikleşmiş, susan da/konuşan da suçlu klişesini perdeye aktarabilirdi.
Oyunculuklara gelirsek, Ahmet (Nejat İşler) genelde ve yakın çekimlerde oldukça başarılı bir iş çıkarmış. Serap (Funda Eryiğit) tuzu kuru bir beyaz yakalıyı yerine oturtamasa da tutkulu bir sevgiliyi kotarmış. Menderes Samancılar adeta coğrafyayla bütünleşip kaderini yaşayan bir Kürdün sessiz çığlığı olmuş.