Necati Sönmez
Geçen yıl Berlinale ile ilgili gözlemimiz, festivale ‘yaman kadınların’ damga bastığı yönündeydi. Yeni Yaşam’da çıkan izlenim yazısı, Agnes Varda’nın otobiyografik belgeselinden başlayarak bir dizi filmde karşımıza çıkan mücadeleci kadınlara değiniyordu. Varda, Berlinale’ye katıldıktan bir buçuk ay sonra dünyamızı terk etti; veda filmiymiş meğer! Konuk olduğu son festival, anma niyetine bir ufak etkinlik düşünseymiş iyi bir vefa örneği olurdu diye düşünmeden edemiyor insan, ama aklımızın ermediği işlere fazla bulaşmadan bu sene 70. yılını kutlayan festivalde izlediğimiz filmlere bakalım.
Eğilimin pek değişmediğini, bu yılın programında yine, güçlü olsun veya olmasın, kadın karakterleri öne çıkaran epeyce filmin olduğunu söylemek mümkün. Karim Aïnouz’un Panorama bölümünde gösterilen filmi “Nardjes A.”, coşkusu bir an bile düşmeyen, içinden geçtiğimiz alacakaranlık kuşağında insana büyük umut veren ender belgesellerden biri. Film, adını aldığı Cezayirli genç kadının bir gününü gösteriyor bize, ama öyle sıradan bir gün değil; yazılmakta olan muazzam bir tarihin kapsülü niteliğinde bir gün.
Bouteflika’yı beşinci kez seçtirmeye kalkan rejime tepki olarak, geçen sene 22 Şubat’ta başlayan ve halen her cuma tekrarlanan sokak gösterilerinden birini filme almış yönetmen. İlk gösteriler şiddetle bastırılmaya çalışılmış, dünya kadınlar gününe denk gelen 8 Mart’taki üçüncü gösteride sokak ve meydanlar büyük ölçüde halkın inisiyatifine geçmişti. Belgesel, çatışmanın olmadığı, en azından bizim izlediğimiz bölgede barışçı şekilde başlayıp olaysız biten bu protesto gösterisini bir genç kadın ve arkadaşları üzerinden anlatıyor. Direniş geleneği aile geçmişinin parçası olsa da, herhangi bir siyasi örgüte mensup olmayan Nardjes Asli, Herak’ın çağrısına uyarak sokağa iniyor, bir cafede pankartını hazırlıyor, arkadaşlarıyla buluşup yürüyüşe katılıyor, sloganlarını atıyorlar, şarkılarını söylüyorlar ve gösteri bittiktten sonra birlikte yemeğe çıkıp geceyi dansla bitiriyorlar. Büyük umutlara gebe olan hikâye aslında bundan ibaret! Çünkü bu kadarı bile, halka nefes aldırmayan istibdat rejiminin köküne kibrit suyu ekecek direnişin tohumunu taşıyor.
Aïnouz Almanya’da yaşayan yarı Cezayirli yarı Brezilyalı bir sinemacı; Cezayir’e dönmek kendi köklerine, ülkenin tarihine bir yolculuğu da barındırıyor ve bunların hepsi, sembolik düzeyde bir genç kadının hayatından bir güne sığabiliyor. Çağımızın direniş kültürüne dair önemli bir sembol daha: Tahrir’den, Gezi’den hatırlayacağımız gibi, bu tür kitlesel isyanların ayrılmaz parçası yaratıcı mizah, burada da eksik değil. “Nardjes A.”nın kahramanı sokağa çıkmadan önce rujunu sürerken sosyal medyada yapılan şu esprili çağrıyı aktarıyor: “Cezayirli kadınlar! Gösteriye makyajsız gidin, polis sizden korksun!” (Bilinçli bir gönderme olmadığı belli, ama “Cezayir Savaşı”daki militan kadınlar da, sömürgeci Fransızlara karşı sabotaj eylemlerine çıkacağı zaman, önce aynanın karşısına geçip saçını başını düzeltiyor, kendine çekidüzen veriyordu.)
Şu ana kadar eleştirmenleri heyecanlandıracak bir film çıkaramayan -bu sebeple yıllardır uzak durmaktan hiç pişmanlık duymadığım- ana yarışma bölümünün en sıradışı filmi “DAU.Natasha” da ismini kadın karakterinden alan bir yapıt. Ilya Khrzhanovskiy ve Jekaterina Oertel’in yönettiği, Stalin döneminin totaliter ortamının simülasyonuna dayalı DAU adlı enteresan bir sanatsal projenin içinden çıkan film, iki paralel gerçekliği karşı karşıya getiriyor: Yemek, alkol, aşk ve seksin hüküm sürdüğü sıradan insanların dünyası ile istihbarat, sorgu, ispiyonculuk temeline oturan gücün dünyası. Hemen tamamı gün ışığı görmeyen klostrofobik mekanlarda (kantin, yatak odası, banyo, karanlık hücre) geçen filmin insanı altüst eden tarafı, aşırılıkta sınır tanımayan sahneleri değil, bu iki dünyanın yan yana var olduğunu ve aynı anda hayatımıza hükmettiğini bilmek.
Güney Koreli usta yönetmen Hong Sang-soo, uzun yıllar önce Louis Aragon’un “Kadın Erkeğin Geleceğidir” adlı şiirinini kitch bir erotik kartpostal üzerinde gördükten sonra aynı isimde bir film yapmaya karar vermişti. İki sene önce izlediğimiz “Nehir Kıyısındaki Otel”de (Hotel by the River) ise sevme özürlü bir baba ile oğullarının, ortak geçmişlerine ve kadınlarla ilişkilerine dair bir yüzleşme öyküsüydü. Bu sene Berlinale’de yarışan “Kaçan Kadın” (The Woman Who Ran) adlı son filminde, erkekler iyice kadrajın dışına itilmiş, kadınların dünyasında sadece birer ‘mesele’ olarak varlar. Bir genç kadının ilk defa kocasından ayrı seyahate çıkıp üç kadın arkadaşını sırayla ziyaret etmesini anlatan film, hem minimalist sinemanın hem de sırf diyaloga dayalı hikâye anlatmanın erdem ve hoşluğunu gösteriyor.
Bir başka hoş ama heyecansız yarışma filmi -anlaşılan bu sene pek uzak duramamışım- “Gözyaşlarının Tuzu” (La sel des larmes), aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni Philip Garrel’den yine üç kişilik ilişki formülüne dayanan bir ‘erkekler marstan kadınlar venüsten’ öyküsü. Karşı cinse tutkun ama ne istediğini bilemeyen, küçük dünyasına hapsolmuş taşralı bir genç erkek ve hayatta kendi yapamadıklarını oğlundan bekleyen yaşlı bir baba. Erkekleri kadınlığın aynasında tanımaya çalışan filmler kuşağının yeni bir örneği.
Bu yılki festivalin galiba en güzel yanı, Forum bölümünün 50. yılı şerefine ilk seneki programdan bir seçkinin yeniden gösterimi. Berlinale’nin resmi programında kendine yer bulamayan filmlere kucak açmak üzere başlatılan Forum’un 1971’deki ilk yılında kimler yokmuş ki: Chris Marker, Med Hondo, A. Kluge, T. Angelopoulos, A. Medvedkin, L. Visconti, J.M. Straub- D. Huillet, H. Farocki, N. Oshima, D. Makavejev, W. Klein… Sonradan sinemayı sinema yapacak olan ustaların esaslı bir geçidi!
Bu bölümde yer alan şahane bir belgeselle bu seneki ‘yaman kadınlar’ bahsini kapatabiliriz. “Angela – Bir Devrimci Portresi” (1971), Angela Davis’in komünist parti üyesiyken UCLA’da felsefe bölümünde öğretim üyeliği yaptığı dönemini neredeyse adım adım izleyerek anlatıyor. Yolande du Luart adlı bir öğrencisi tarafından çekilen filmin tamamlanmasından hemen sonra Angela’nın önce kaçaklık sonra mahpus hayatı başlayacaktı. Burada, aynı çağda yaşamış olmaktan gurur duyabileceğimiz bir kadının, sadece radikal bir feminist olarak eril egemenliğe değil, beyaz üstünlüğüne, akademideki cadı avına, dönemin Eyalet Valisi olan Ronald Reagan ve şürekasına karşı dimdik duruşunu izliyoruz bir saat boyunca. 50 yıl öncesinin bu küçük filmi, mücadeleci kadınların hayatımızdaki ve sinemadaki -en azından belgesellerde- varlığının yeni bir şey olmadığını da hatırlatıyor.