Gün sayıyoruz, 10, 20, 30, 60, 90… Biz gün saydıkça yüzlerce insan dirhem dirhem eriyor. Gram gram, kilo kilo. Gözlerimiz gördüklerimizde. Bir de görmediklerimiz var. Cezaevlerinde, duvarların arkasında olanlar. Bugün itibariyle 301’i cezaevlerinde, 320 kişi en uzunu 93, en kısa 28 gündür süresiz dönüşümsüz açlık grevindeler. Gördüklerimizin durumunu biliyoruz bir de görmediklerimiz dokunamadıklarımız var, taş duvarların, demir parmaklıkların ve tel örgülerin arkasında. Rakam değil; 301 beden, 301 hayat, 301 hikaye. Çoğu defalarca açlık grevine girmiş, bazıları 20 yıldan fazladır cezaevindeler.
Ruhşan Bozan, Hacer Halil Yusuf, Özlem Özdemir, Ayten Gülsüm, Özlem Söyler, İbrahim Kaya, Umut Çamlıbel, Yusuf Başaran, Güven Süvarioğlu, Rıdvan Güven, Necla Atak, Mehmet Bozdağ, Atilla Coşkun Özer, Ömer Kabul, Abdullah Kızılkaya, Cengaver Aykul, Metin Serhat. Harun Alkan, Musa Candemir, Sercan Gümüş, Rıdvan Gümüş, Nimetullah Cinkılıç, Hayati Üzmen, Cüneyt Aslan… Bu isimlerden sadece 25’i. Diğerlerinin ismini saymaya bu yazının sınırları yetmiyor. Bunlardan bazıları 60 yaşında, bazıları 25… Kimisi baba, amca, anne, kimisi evlat.
2012 açlık grevlerinde cezaevindeydim, o sürece doğrudan tanık oldum ve bizzat yaşadım. Cezaevlerinde, açlık grevi direnişi zorluğun ötesinde bir anlam taşıyor. Açlık grevleri döneminde o paslı demirler daha bir soğuyor, duvarlar daha bir yükseliyor, tel örgüler daha bir keskinleşiyor. Bir de direnci kırmak için yapılan psikolojik baskılar katmerleşiyor. Örneğin bazı cezaevlerinin avlularında açlık grevi eylemcilerinin kokusunu duyacağı şekilde ızgara kebap ve balık yapılıyor. Personelin yüksek sesle yemek sohbetleri, açlık grevi eylemcilerinin bilinçli bir şekilde yemekhanelerin önünden geçirilmesi… Üstelik cezaevlerinde açlık grevi eylemlerinde olmamak hepsinden daha zor. Şu an cezaevlerindeki onbinlerce insan eriyen bedenlerin kokusunu hissediyor her an. Her an onlarla birlikte bu muhasebeyi yapıyor. 2012 yılında bu durum karşısında gizlice ölüm orucunda olup ölümün sınırında olan insanlar gördüm.
İnsanlar açken sen yemek yiyemiyorsun, lokmalar boğazına düğümleniyor, düşünceler üşüşüyor kafana. Senin vicdanın o bedenlerden daha hızlı eriyor, daha çok acıtıyor canını. Açlık grevleri döneminde gerçekten daha erken ve ağır akşam iniyor mapushaneye. Uyku tutmuyor, uyuyamıyorsun, saniye saniye iradenle savaşıyorsun. Her an yemek yememeye kendini şartlıyorsun. Direniş şarkılarına tutunuyorsun sadece. Direnerek kendisini ve bir halkı var etmiş olanları duyumsuyorsun, onlarla motive oluyorsun. Haklılığına, inancına sığınıyorsun.
Şu anda cezaevlerinde yüzlerce insan bedenini eritirken, farkında olalım ya da olmayalım, bizim de vicdanlarımız eriyor. Sessiz kaldıkça çürüyor insan. Sonra düşünüyorsun: Aslında bu eylem bana karşı, sessizliğime karşı yapılıyor diyorsun. Direnen insanın her halükarda özgürleşmesine hayranlık duyuyorsun. Direnen o insana oranla ne kadar savunmasız, ne kadar zayıf olduğunu görüyorsun. Oysa sen bağımlısın, adına hayat dedikleri ve her bir parçası sana karşı bir silah ve şantaj aracı olarak kullanılan her şeye. Bağımlısın yemeğe, içmeye. Seni onunla terbiye ediyor sistem. Sistem seni bedeninle tehdit ederken, açlık grevi direnişçisi bedeniyle bu tehdit ve şantaja rest çekiyor. Hodri meydan diyor, “sen yaşamımla beni tehdit edemezsin, ben inandıklarım uğruna onu seve seve ortaya koyarım” diyerek tarihin en büyük restleşmesini yaşıyor.
Tıpkı Şükrü Erbaş’ın dediği gibi; durum karşısında kapısını kapatanın, başını rahatça yastığa koyup uyuyanın, yemek yerken boğazı düğümlenmeyenin, bu eylem karşısında vicdanıyla hesaplaşmayanın canı cehenneme.