Kırk bir yıl oldu. Kırk bir kere maşaallah demek yerine kırk bir acılı yıl, kırk bir geçmişten ders almaya yetmemiş yıl.
111 bir kişi öldü. Söylemesi ne kadar kolay…
Beş çocukla dul kalan yirmi üç yaşındaki kadının, baba ve kardeş olarak ailesinden altı kişiyi kaybetmiş çiftçinin, saklandığı yerden korku dolu gözleri önünde ailesi katledilmiş olan çocuğun her gece rüyasında gördüğü, unutamadığı kırk bir yıl.
Ayrıntılara girmek uzun iş, gelişmeleri özetle geçip olayın etkileri üzerinde birkaç söz etmek istiyorum.
Olaylar, birkaç gün öncesinden kente gelen simitçi ve piyangocu karanlık kişilerce yapılan hazırlıklar sonrasında 19 aralık günü milliyetçi duyguları körükleyen bir filmin gösterimi sonrasında provokatörlerce sinemaya atılan bir ses bombasından sonra yapılan tahrikler üzerine başladı. Dört gün süren saldırılar sonunda resmi rakamlara göre 111 kişi hayatını kaybetti. Özellikle Maraş’ın dağ köylerinden Kızılbaşların evlerine ve mallarına konmak üzere kandırılarak gelenler arasından ölü ve yaralılarını kaçıranlarla bu sayının 120’yi geçtiği bilinmektedir. Bunlardan 40 kadarı saldırgan kesimin kayıplarıdır.
Ben aslında olayların temelindeki gerçeklere dokunmak istiyorum.
Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim hareketlerinden sonra Kürt ve Alevi özgürlük istekleri 1959’daki 49’lar tutuklanmasına kadar durgun bir dönem geçirdi. Kürt illerinde ekonominin yerel bölümü her ne kadar Kürtlerin elindeyse de Fırat’ın batısından itibaren Kürtlerin de, Alevilerin de ekonomideki yerleri çok sınırlıydı. Yani üretimde ve tüketimde var ama ticarette yoklardı. Köyde ürettiklerini şehirde ucuza satar, tükettiklerini oradan pahalı alırlardı. Bu alışverişten şehirli memnundu. 1950’lerden itibaren bu denge değişmeye başladı. Kürt ve Alevi köylerinden şehre yerleşip bakkallık, manifaturacılık yapmaya başlayanları, okuyanlar ve daha başka işlere yönelenler izledi.
Otel, atölye, eczane gibi işyerlerinin yanına avukat, doktor, diş hekimi gibi meslek erbabı da gelince pasta küçülmeye, şehirde yerleşik esnaf takımının işi azalmaya başladı ve 1966’da Muğla Köyceğiz’de Ortaca olayları ile Alevilere, 1967’de Elbistan’da Alevi ve Kürtlere saldırılar tertiplendi. Kan akmıştı artık, bir sürü işyeri tahrip edilmişti. Elbistan’da Alevilerin yanı sıra Sünni Kürtler de saldırıya uğramış ve can kayıpları olmuştu.
1961 Anayasası’nın getirdiği görece özgür ortamda sol hareketlerin güçlenmesi, Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis’teki muhalefeti ve özellikle Kürt sorununu bütün yönleriyle ele alması faşist çevrelerin işine gelmedi ve giderek dozu arttırdılar, 1971 12 Mart Muhtırası’yla Başbakan olan Nihat Erim’in deyimiyle ülkeye geniş gelen Anayasa sağından solundan kırpılarak “özgürlüklere şal örtüldü”!. Tüm ekonomik ve sosyal haklar, “ama”larla ve “devletin ve milletin bölünmezliği, kamu güvenliği” gerekçesiyle kısıtlanmaya başlandı.
Tabii bunlar yetmedi, ekonomik durumun kötüye gitmesi, güçlenen sendikal hareketlerin baskısı ile sıkışan kapitalizmi kurtarmak için Demirel-Özal işbirliği ile 24 Ocak 1980 kararları ile büyük bir devalüasyon ve katlanması güç kemer sıkma tedbirleri ile halkın beli bükülmeye başlandı. Ancak gerek sol, gerekse Kürt gençlik örgütleri ve işçi sendikalarının, barolar başta olmak üzere diğer meslek kuruluşlarının özgürlükten yana çalışmaları kapitalist çevreleri sıkıntıya sokuyordu. İktidara el koyma arayışları için işin kolayı, çatışmaların çıkarılmasıydı. Yapılan da buydu ve her tarafta olaylar çıkarılmaya başlandı. Hergün birkaç ölüm haberi geliyordu.
İşte Maraş olayları, bu atmosferde yapıldı ve ülke nüfusunun yarısını içeren 13 büyük ilde sıkıyönetim ilan edildi. Gerisi, 12 Eylül faşist darbesine kadar çorap söküğü gibi geldi.
Maraş olayları davası, 1979’da Adana Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde başladı ve TCK 146’dan açılmalıyken karşılıklı mukatele, birbirini öldürme suçlamasıyla 149. maddeye aykırılıktan açılarak siyasi amaçlı ve bir halkın topyekün yok edilmesi olan soykırıma teşebbüsten uzak tutulmaya çalışıldı.
Başından itibaren CHP adına müdahil sıfatıyla bulunduğum dava, baştan sona usule uydurularak geçiştirildi adeta. Evet 29 idam, onlarca müebbet ve ağır hapis cezaları vardı ama iki grup arasında çıkan bir kavgaydı. Ancak bu “basit” kavga, 12 Eylül faşizminin en önemli gerekçelerinden biriydi.
12 Eylül darbesiyle birlikte CHP kapatıldığından benim vekâlet sıfatım sona erdi ve temyiz aşamasında bulunamadım. Sonuçta Maraş davası, birkaç yıllık hapisle geçiştirildi ve tüm sanıklar serbest kaldı.
12 Eylül’den bu yana Türkiye’de şartlar, giderek ağırlaşmakta. 12 Eylül’ün faşizan hükümlerle dolu anayasası, daha da geriye götürülmüş, üstelik uyulmama noktasında bulunmakta günümüzde. 12 Eylül mahkemelerinde rahatça dile getirdiğimiz hususlar şimdi avukatlar hakkında tutuklama nedeni olmakta. Yargı da idare de o dönemin çok gerisinde. Yasama zaten yok gibi.
Bu durumun böyle gitmemesini dilemek yetmiyor.
***
Elbistan HDP İlçe Başkanı Ali Kısa ve eşi Elif Kısa’nın biri tam bakıma muhtaç, diğeri duyma ve konuşma engelli iki yetişkin oğlu var. Ali’ye ilçe başkanlığından ayrılması telkini sonuç vermeyince eşi Elif’le gözaltına alındılar. Ali Kısa serbest kaldı, okuma yazması olamayan Elif Kısa tutuklandı. Avukatların dediğine göre HİÇBİR DELİL YOK. Tam engelli olan büyük oğlu dayanılmaz halde, annesini aramakta.
Bu durum, başlı başına bir işkencedir ve bir an önce son verilmesi gerekir.