Cezaevinden 30 yıl sonra tahliye edilen Nizam Karaağar, katledilen gazeteci ağabeyi Orhan Karaağar’ın mezarını ziyaret etti. Karaağar, ‘Katledilen tüm gazetecilerin hikayesi Kırmızı Pazartesi hikayesidir. Onlar için bir faili meçhullük durum yoktur’ dedi
12 Eylül darbesi döneminde tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’ne konulan, 2 buçuk yıl tutuklu kaldıktan sonra tahliye olan ve Özgür Gündem gazetesinde çalışmaya başlayan Orhan Karaağar, onlarca kez ölüm tehdidi almasına karşın “Var olduğum sürece gazeteyi dağıtacağım” diyerek çalışmasına devam etti. Çalışmalarından geri adım atmayan Karaağar, 19 Ocak 1993’te Wan’da katledildi.
Orhan katledildikten 6 ay sonra tutuklanan ve 30 yıl 4 ay cezaevinde kalan Nizam Karaağar, ilk kez ağabeyinin mezarına gitti. Karaağar, yaşadığı duyguyu Mezopotamya Ajansı’na anlattı.
- Orhan Karaağar’ın katledilmesinin üzerinden tam 31 yıl geçti. Bugüne kadar çok şey söylendi ama ilk kez Orhan’ı senden dinleyeceğiz. Ağabeyin Orhan’ın öldürülmesine neler söylemek istersin?
Aslında sadece Kürtlerde değil, genel olarak kültürümüzde ölülerle ilgili şöyle bir paradoks var; çok ölüyoruz, çok öldürülüyoruz, çok ölü var ama aslında ölü, ölen bir şey değil. Ölü ölmüyor. Din, inanç ve kurucu belgelerimiz açısından Habil’in Kabil’i öldürmesi neredeyse dün olmuş bir şey gibidir. Toplumumuzun herhangi bir kesimine gittiğinizde halen bu olayı canlı bir olay gibiymiş anlatıyorlar. Oysa üzerinden binlerce yıl geçmiştir. O kadar önemli bir şeydir ki bu mesele, Habil’in Kabil’i öldürmesine sessiz kalan Adem’e her zaman bir günah yüklenir. Yani sessizliğinden dolayıdır yüklenen bu günah. Bizim medeniyetimizde ölü meselesi bu kadar önemli bir meseledir. Ölü, ölüp gitmemiştir. Bunun için, ağabeyimin katledilmesinin üzerinden 31 yıl geçmesi, zamansal olarak benim için bir şey ifade etmiyor. Benim için o diri, hala yaşıyor. Haliyle bir paradoks gibi gelebilir ama ölüler, ölmüyorlar. Mesela; hiçbir medeniyette ölüler bu kadar etkili, yaşamsal ve canlı değildir. Onun için benimle birlikte sürekli yaşıyor, onunla tartışıyor, konuşuyor ve duygu dünyamda bir varlık olarak kendisini var etmeye devam ediyorum. Benim için ölmüş ve mezardaki gibi değildir. Kendim ve geniş aile hikayemden de bakıldığında ağabeyimin şehadetinden sonra aslında bir çok şey bizde daha diridir.
- Peki Orhan ailesinde ve çevresinde nasıl tanınırdı, sizleri nasıl etkiledi?
Onun ailede her birimizin hayatına çok somut dokunmaları vardı. Bizde teorik olarak değil, davranış itibariyle birçok dönüşüme yol açtı. Mesela tuhaf gelebilir ama şehit düştüğü güne kadar bizim evde ‘benim param, benim elbiselerim’ kavramı yoktu. Bizim bütün elbiselerimiz tek bir sepetteydi. Sabah hangimiz kalksaydık, diğerinin cebine bakar para varsa kendi ihtiyacı kadar alırdık. O bizde doğal bir komün ve doğal bir paylaşım yarattı. Ağabeyimin kudreti zaten annemden ve eşinden geliyordu. Hem öyle bir anneye sahip olması hem böyle bir eşle birliktelik sağlaması onu daha kudretli, soylu ve cesur kıldı.
Benim hayat çizgimde de annem ile ağabeyim belirleyici oldu. Ben Diyarbakır Cezaevi’ni ağabeyim 12 Eylül 1980 darbesi sonrası burada tutukluyken, onunla birlikte tanıdım. Esat Oktay Yıldıran’ı ağabeyim sayesinde gördüm. Ağabeyim, Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde darbeden sonra tutuklandı ve 3 yıl o vahşeti gördü. Onun sayesinde hem mutluluklar yaşadım hem de çabuk büyüdüm. Devlet denen mekanizmayı, cezaevi, direniş, yoksulluk ve dayanışma denilen şeyi o ve annem öğretti bana. Kapitalist ve ulus devletin en vahşileştiği artık, ‘sağcı-solcu olma futbolcu ol’ algısının dayatıldığı veya küçük Emrah, küçük Ceylan’ın popüler figürlere döndüğü koşullarda büyüyorduk. Savrulmamamın nedeni annem ve ağabeyimdi. Onların yaşamları bana yeni bir gerçek dünyayı, o dünyaya göre tercih yapmamı sağladı. Bazen bana ‘ağabeyinden dolayı sen bu kadar şey çektin’ diyorlardı ama ben bunu kabul etmedim. Ben, ondan dolayı büyük bir onur yaşadım. Büyük bir mücadeleye katıldım ve büyük bir hikayenin parçası oldum. Bizi sadece devrimci kıldığı için değil, kapitalizmin vahşi bireyciliğinden koruduğu için hayatım boyunca hep minnettar kalacağım.
- Karanlık güçler “ya öldürmekle bitecekler, ya da artık gazete dağıtmayacaklar” düşüncesiyle hareket etti. Sonuç aldıklarını düşünüyor musun?
Onu görmeyenlerin bile bugün ‘Orhan’ denildiğinde hissettikleri, onlar için taşıdığı anlam onların hiçbir zaman bir amaca ulaşmadıklarını ve ulaşmayacağını gösteriyor. Ağabeyim katledildikten sonra çocuklar onun ismini aldı. Çocuklar onun niçin katledildiğine yönelik bir bilinç edindiler. 19 Ocak 1993’ten bugüne kadar bütün geniş aile, ağabeyimle büyüyor, onunla yaşıyor. Haliyle onu öldürenlerin amacının aksine o ölü değil, canlı ve diridir. Xaçort’un sokaklarına çıktığımda ağabeyim yaşayan biridir. O gazeteci iken belli bir kesim tarafından biliniyordu ama bugün tüm toplum onu tanıyor. Şehadet kelimesi de zaten bundan gelir. Şehadet kelimesi bugün birçok alanda rutinleşmiştir. Oysa şehadet kelimesi canlı, diri bir kelimedir ve epistemolojik olarak da şahit olandır, ifşa edendir, gösterendir. Hazreti İsa’ya inanan insanlar Roma tarafından vahşice katledilirken, o zaman aziz ve azizeler Allah’a ‘Sen şahitsin. Sen görüyorsun; biz ne için savaşıyor ve ne için can veriyoruz’ diye bağırıyorlardı. Onun için bunlar gerçek şehittir.
Özgür Basın şehitleri gerçek şehitlerdir. Şehit düştükleri anda gazeteciliği geniş bir zamana, geniş bir mekana yaydılar ve şöyle dediler tüm dünyaya; ‘Biz şahidiz ve nelere maruz kalıyoruz, neyi görüyoruz’ diye. Kendi ölümleri ile birlikte olan biteni ve her şeyi bir hafızaya çevirdiler. Bu anlamıyla biyolojik, düşünsel, ahlaki ve estetik olarak da bu gazetecileri katleden insanlar gerçek anlamda öldüler. Onun için o kadar zavallı ve pespayeydiler ki öldürdüklerinde de açıkça ortaya çıkmadılar. İşte o katiller faili meçhuldürler. Onlar; korkak, merhametsiz ve eski çağdaki gibi bir düşman bile değiller. Çünkü katlettiler ama ‘biz öldürdük’ bile diyemediler. Oysa vurulan ortadadır ve halen konuşuyor. Ağabeyim halen konuşuyor, Musa Anter, Burhan halen konuşuyor, halen onları ifşa ediyorlar. Bazen onları anlamıyor olabiliriz ama onlar birer ışıldık ve deniz feneri gibidir. Onlar 4 mevsim gibi bizi aydınlatma, yol göstermeye, anlatmaya devam ediyorlar.
Biz onları anarken bir ölü gibi anmıyoruz zaten. Bize hatırlattıkları şeyi algıladığımızı onlara göstermek için mezarlarına gidiyoruz. Biz, bir ölünün mezarına ya da ölüyü anmak için yıldönümünü yapmıyoruz. Biz, bir hikayenin parçalarını tartışıyoruz. Onlara ölü dersek, dinen de seküler anlamda da büyük bir günah işlemiş oluruz. Çünkü esas ölüler, onları öldürenlerdir.
Bunlar o kadar büyük şehitler ki ortada bir faili meçhullük yoktur. Onlar, bu büyük mekanizmayı canlarını vererek ifşa ettiler. Bunun neresi fail, meçhul olan neresidir? Her şey ortadır ve açıktır. Bunlar devlete ait mitolojiyi de yıktılar. Devlet kendisini; her şeyi bilen, her şeye hakim, her şeyi yöneten olarak anlatırdı. Peki, sokak ortasında 17 bin insan öldürülmüş, bunların faili nerede? O zaman ya devlet kendisini tarif ederken doğru söylemiyor ya da katilleri yargılamayarak doğru söylemiyor. Devlet bile kendi tanımını ya yeniden yapacak ya da yaptığı tanıma göre davranacak. Mesela tüm üniversitelerde ve okullarda ‘Devlet nedir?’ diye soruluyor. İşte bizim ölülerimiz devletin ne olduğunun cevabını veriyorlar. Ölüdür ama çok güçlü bir cevap veriyor. Bugün Türkiye’nin en iyi üniversitesine gidelim, devlet dediğimiz şeyi ister Kant, ister Hegel’ci ister Marksist tarifini yapsın işin içinden çıkamaz. Ama bizim bir tek ölümüz tüm bu akademilerin çözmekte zorlandığı şeyin cevabı oluyor. Kendi bedenlerindeki bıçak ve kurşun yarasından devletin ne olduğunu çok iyi tarif ediyor.
- Biz, ifade biçimi olarak katledilenleri anarken ya da anlatırken sanki bir yanılgı yaşıyoruz o zaman?
Evet, bazen biz de birçok şeyi ıskalıyoruz. Özgür Basın tüm bir süreci aydınlatan bir kurumdur. Onun için bu aydınlanmada katledilenlere ölü olarak bakmak büyük bir günahtır. Bunları anmayı da klasik bir ritüel olarak değil, bunların yaptıkları gazetecilik görkemini ve onların mirasını devralan insanların aslında neyi devraldıklarını hatırlatmaya dönük olmalıdır. Ölü demek, varlığın, yokluğun, ismin, cismin, önce ve sonranın ortadan kalkmasıdır. İşte ancak biz ona ölü deriz. Onlar ölü değil, onları katleden mekanizma ölüdür. Hadi onları öldürenler çıkıp ortaya ‘Biz vurduk’ desinler. Diyemez çünkü tüm o mesele deşifre olmuş olacak. Ağabeyimi iki kez gözaltına aldılar ve gazeteciliği devam etmesi durumunda öldürüleceğini söylediler. Biz bu durumun başımıza geleceğini biliyorduk çünkü arkadaşlarımızın başına neler geldiğine şahitlik etmiştik. Yani biz bir bilinmeyenin sonucunda böyle bir durumla karşılaşmadık. Bizim açımızdan bu durum bir tercihti ve bu tercihten hiçbir zaman pişmanlık duymadık. Çünkü biz neyi tercih ettiğimizi iyi biliyorduk. Bu durum bizim için dünyadaki her şeyden çok daha anlamlıdır.
Katledilen tüm gazeteci arkadaşlarımızın hikayesi Kırmızı Pazartesi hikayesidir. Onlar için de bir faili meçhullük durum yoktur. Bu kavram toplumumuzda yeniden tartışılmalıdır. Çünkü tersinden de bu yanlış bir sonuç üretiyor. Hiçbir şey faili meçhul değildir. Basın şehitlerimiz her şeyi ifşa etmişlerdir. Devlet nedir, halk nedir, mücadele nedir, tarih nedir, zaman nedir, mekan nedir, geçmiş, gelecek, şimdi nedir? Tüm bunların cevabını basın şehitlerimiz izah etmiştir. Bunun için tüm kentlerde bizim arkadaşlarımızın büstleri olmalı. Ben bir ikondan bahsetmiyorum. Çünkü bunlar büyük aydınlatıcılardır. Bu insanların anlattığı ile üniversitelerin, akademilerin, filozofların söylediklerini yan yana getirelim. Hangisi gerçeği daha iyi anlatıyor? Sokrates ‘Nasıl yaşamalı?’ diyor. Bu insanlar işte nasıl yaşamalının cevabını veriyorlar. Cevabı verirken de teorik değil bedensel, somut ve hayatının karşılığında bu anlatıyı bize bir cevap olarak veriyorlar. Peki, burada meçhul ya da fail olan nedir?
- Faili meçhullük kavramının toplumun literatüründen artık kalkması gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Ayrıca, bu durumun nasıl formüle edilmesi ve yerine nasıl bir tanımlama koyulması gerekiyor. Önerin nedir?
Benim önerim bu kavramı tamamen hayatımızdan çıkaralım ve şöyle diyelim; biz sizin anlatmak istediğinizi anladık. Biz, faili meçhul dedikçe onları anlamadığımızı tekrarlıyoruz. Her arkadaş; basın şehitlerini hiçbir ayrım koymadan anlamalıdır. Katledilen her bir o küçük dağıtımcılar, Apê Musa kadar büyüktürler. Bedenlerinin ve yaşlarının küçüklüğüne bakın bir de yaptıkları tercihe bakın. İster bir alışkanlık gereği, ister bir şeyi anlatma gereğiyle olsun biz faili meçhul dedikçe onlara, ‘biz sizin anlattığınızı halen tam anlamamışız’ demiş oluyoruz. Onları anlıyorsak faili meçhul demeyeceğiz o zaman. Bu epistemoloji tamamen değişmeli ve yerle bir edilmelidirler. Bizim tercihimiz açık, manşetimiz açık, yaptığımız şeyler açık, mahkemede, zindanda, sokakta her şeyimiz açıktır. Bunun için meçhul olan onlardır. Mafya bile bir insanı vurduğunda bir işaret bırakır. Sen o kişiyi gördüğünde hangi ülke mafyası cinayeti işlemiş bilirsin. Senin o kadar bile değil. Bu açıdan bizim basın şehitlerimiz aynı zamanda bir tarih aydınlatıcısıdır. Cesedi ile bize, ‘Beni vuranlar dünyanın en meçhul en aşağılık en korkak insanlarıdır’ diyor.
- Daha önce Orhan’a dair ‘İnsan böyle mi öldürülür?’ demiştin. O gün size ve Kürt halkına sunulan tablodan söz etmiştiniz. Biraz açar mısın?
Orhan’ın vücuduna 19 bıçak darbesi vardı. Ben onun vücudundaki yaraları tek tek saydım ve her ayrıntısını biliyorum. Vücudunun tamamını parçalamışlardı. Kendisini muasır medeniyet seviyesinde gören bir mekanizmanın 19 Ocak 1993’te bize verdiği tablo Afrika’nın çöllerinde bir ceylanın parçalanma görüntüleriydi. Hani ilkel zamanlardan gelmiş modern zamanlara geçmiştik. Hani biz hayvan türlerden farklı bir türdük. Benim kardeşimi sırtlanın ceylanı parçalaması gibi parçalamışlardı. İnsan öyle mi öldürür? Yani öldürmenin de bir hukuku, bir kuralı var. Yani öldürmeye karar verdiğin insan böyle mi öldürülür? Orhan öldürüldüğünde ayakkabısının altı delikti. Kendisine bu kadar büyük diyen bir mekanizma niye parçalıyor bir cesedi? Ne medeniyeti, ne kuralı, ne ahlakı, ne cumhuriyeti! Sen bizim bilincimize o cinayeti kaydederken kendini nasıl bir duruma getirdiğini biliyor musun? İşte bunların bize verdiği görüntü Afrika’daki görüntüydü. Öldürme biçimleri bile yozlaşmıştır. Haliyle basın şehitlerimiz işte bunların bu yüzünü de deşifre etti. Bunun için bizim arkadaşlarımız da tıpkı Heredot gibi tarihçidirler ve tarihi açığa çıkaran kişilerdir. Hangi diri bizim basın şehitlerimizin anlattığı şey kadar anlatabilir. Heredot’a biz tarihçi diyoruz ama Heredot aslında bir gazetecidir. Zamanla gazetecilik bambaşka bir hale geldi ama özgür basın çalışanları Heredot gibi gazetecilerdir.
- 30 yıl öncesine değiniyorsunuz ancak halen aynı tablolar sunuluyor. O günden bugüne değişen ne oldu?
Bazen bizler yanılsamalar yaşarız. Bazen bunu biz kendimiz bazen de etrafımız üretir ve biz de payımızı alırız. Normalde temeli ıskalarsak olan biteni anlamakta zorlanırız. Bin 400 yılında Nesimi’nin derisi yüzüldü. Cinayetteki vahşeti görüyorsunuz değil mi? 1993 yılında Ozan Nesimi yakılarak öldürüldü. Kronolojik olarak 600 yıl geçmiş aradan ama bir şey değişmiş mi? Hayır! birinin derisi yüzüldü birisi yakıldı. Biz, bizi yöneten ve bize vaatte bulunan mekanizmaları anlamazsak birçok şeyin değiştiğini zannederiz. Şimdi bir telefon değişebilir, sistemini geliştirir ve yenilenir, yada kıyafetlerin niteliği ve modeli değişir ama sistemler kolay kolay değişmez. Sümer Rahipleri ‘Devlet, tanrının aklıdır’ diyor. 1831’de Hegel de aynısını söyler ve aradan 5 bin yıl geçmiştir. Şimdi gidin meclise bakın birçok milletvekili de aynısını söylüyor. Bunu söylerken hem doğru bir şey söylüyorlar hem de bizi aldatmaya devam ediyorlar. Bu süreklilik anlaşıldığında maruz kaldığımız sürekliliği anlarız. Bu nedenle bu anlatıcılar (özgün basın) Sümerlerden şimdiye kadar olan hikayeyi bize deşifre eden anlatıcılardır. Onun için şehit olan gazeteci arkadaşlarımızı aynı zamanda tarihçi, filozof, şair ve estetikçi olarak görüyoruz. Burada rutinleşmiş bir şeyden söz etmiyorum. Basın şehitlerimiz bize ‘ne değişti, ne değişmedi, ne değişiyor, ne değişmeyecek?’ sorusunu soruyorlar. Yani Orhan, Adnan, Apê Musa, Cengiz bize bu soruyu soruyorlar. Bizim tetikçide odaklanmamızın bir anlamı yok
- Bugün öldürmenin farklı biçimleri artık devrede. Cezayla, davayla, tutuklamayla… Yeni ‘cezalandırma’ şekillerine dair neler söylemek istersin?
Öyle, şimdi bizim insanlarımızı cezaevine koyuyorlar. Bir dosyadan tahliye oluyor, bir bakıyorsunuz başka bir dosya açılıyor, ondan tahliye oluyor bir tane daha açılıyor. Bu nasıl bir şey biliyor musunuz? Git Cizir’de öldür, oradan Bazîd’e geç orada öldür, Nisêbin’ê geç orada öldür, Wan, Amed oralara git yine öldür. Yani hep öldür mantığıdır. Bugünkü hal işte bunun devamıdır. Hitlerin Gobels’i ‘Sen bir yalan söyle karşıdaki bununla uğraşana kadar sen başka bir tane daha büyük yalan söyle’ diyor. Sistemin hukuki olarak geldiği yer budur. Sana bir suç yüklüyor, sen gidip suç işlemediğini söylüyorsun tam beraat ederken ‘Yok senin daha büyük bir suçun var’ diyorlar sana. Biz bir yanılsama yaşıyor ve kendimizce hukukun varlığına inanıyoruz.
Ne değişti peki? Onun için bir kez daha sormak lazım. Nesimi’den Nesimi’ye ne değişmiş? Mimari değişmiş, teknik değişmiş ama mekanizma değişmemiş. Şimdi bazen cenazelerimizi yapılan muameleyi görüyoruz. Ortaçağ’da bazı freskler ve çizimler var. Oraya ve cenazelerimize bakın ne değişmiş peki? Kulak, burun, kafa kesme nerede var? İman ettiğimiz peygamberimizin inancın da mı var? Hayır! Neyin değişip neyin değişmediğini anlamamız lazım. Yani Nesimi’den Nesimi’ye… Musa Anter’den Orhan’a, Orhan’dan Adnan’a… Yani böyle diyalektik bir vahşet tablosu var karşımızda. Döngü dönüyor ve biz bir döngüdeyiz. Yani tanıklık, şimdi Özgür Basın çalışanının sırtında müebbetlik bir yük gibi duruyor mu, durmuyor mu? Her Özgür Basın çalışanı tanıklığından dolayı sırtında bir müebbetlik taşıyor. Peki, soruyorum ne değişti? Orhan, ‘Her an kafama sıkabilirler’ diyordu, şimdi de Özgür Basın çalışanı bir arkadaş ‘her an bana ceza verebilirler’ diyor. Sen o iddianameyi çürütmekle uğraşırken, ikinci, üçüncü bir iddianame gelir. Propagandan ağırlaştırılmışa kadar gider. Bunun için konuşurken, tartışırken bu anlamla yaklaşmamız gerekiyor.
Spinoza bize, ‘Bir insan sonsuz ilişkilerin sonsuz toplamıdır’ der. Buradan yola çıkarsak o zaman o insanı öldürenler değil, o insanla ilişkide olan herkes o insanla birlikte başka bir şey olur. Yani bizi öldürenlere şunu söylüyorum; zaten korku bizim için aşındı ama her birimizi öldürdüğünüzde biz, sonsuz ilişkilerin sonsuz toplamı oluyoruz. 19 Ocak 1993’ten sonra doğan her çocuk Orhan Karaağar’dır. Hani öldürmüştünüz? Özellikle bilançodan haz alanlara, öldürme bilançolarıyla bize bir şey anlatmaya çalışanlara bir şey söylüyorum; 1993’te biz bir iki kişiydik. O tarihten sonra doğan herkes Orhan Karaağar’dır. Ben mecazi bir durumdan söz etmiyorum. Ben, sonsuz ilişkilerin sonsuz toplamından söz ediyorum. Bunun için özgür basın geri adım atmaz. Bunu düşünmek gaflettir. Sizin öldürme istediklerinizden biri olarak söylüyorum. Biz sonsuz ilişkinlerin sonsuz toplamıyız
- Orhan’dan birkaç gün sonra Uğur Mumcu katledildi. Yine Orhan’ın katledildiği gün Hrant Dink’in katledildiği 19 Ocak günü aynı zamanda. Nesimi’den Nesimi’ye, Orhan’dan Hrant’a… Yani katil cinayet yerine tekrar geri dönüyor. En başından bu katliamlara karşı çıkılsa, bir mücadele hattı kurulsa aynı durum Agos’un önünde tekrar eder miydi?
Orhan’ın katledilmesinden 4 gün sonra gazeteci Uğur Mumcu katledildi. Ben o zaman Uğur Mumcu’nun oğluna mektup yazdım. Mektupta, ‘4 gün önce burada yas tutsaydınız Uğur Mumcu öldürülmezdi. Şimdi ben sizin yasınız tutuyorum ki başkası ölmesin’ dedim. Uğur Mumcu’nun gazetecilik mesleğini yürütme biçimine ilişkin bir şey belirtmek istemiyorum ama onu katledilmesiyle ağabeyimin katledilmesini aynı gördüm. Bütün topluma ben bu konuda şunu diyebilirim; biz onların yassını doğru dürüst tutsaydık, Hrant Dink’in yassını tutmazdık. Nesimi ile Nesimi arasındaki farkı ıskaladığınız gibi yas ile yas arasını ıskaladığımız için yas devam ediyor. Yani yıllar sonra neredeyse 20’nci yüzyılda yaşandı o cinayetler. 21’nci yüzyılın girişinde Hrant Dink ile açtık perdeyi. Burada zaman eş zamandır. Yani biz şunu birbirimize anlatmalıyız. Bizim bir eş zaman ve eş mekan içinde olduğumuzu düşünüyorum. Büyük anlatıcı Dante’nin İlahi Komedya hikayesi var. Orada cehennem, araf ve cennet vardır. Hem mekanda hem zamanda ayrışma vardı. Oysa modern zaman ile beraber böyle bir ayrışma yoktur. Cennet, cehennem ve araf içi içedir. Bir zaman ve mekan farkı yoktur. Biz, bu eş zaman ve eş mekanı kavramadıkça kurban vermeye devam ederiz. Nesimi ile Nesimi arasında fark yoktur. Ağabeyim ile Hrant Dink arasında bir fark yoktur. Bütün bunlar bize şunu anlatıyor; biz eş zaman eş mekan içerisindeyiz. Cinayeti işleyenler bunu biliyor ama kurbanlar henüz bunun farkında değil. Biz toplanıp din, cins, mekan, ırk farkı gözetmeksizin Habil’in yassını tutmalıyız. Çünkü unutmayalım Habil katledildiğinde Hava ve Adem sustular. Adem ve Havva göğü yırtsaydı belki de cinayet gerçekleşmezdi. Hrant için de Orhan için de Uğur Mumcu için de, büyük basın şehitleri için de yas tutmalıyız. Yas, büyük bir anlatma ve hikayedir.
- Özgür Basın geleneği tüm bunlara rağmen ayakta, diri ve önemli bir direniş geleneğinin temsiliyetini yapıyor. Hikayeden söz ediyorsunuz; bu hikayeyi nasıl okumalı, anlamalı ve güçlendirmeliyiz?
İnsanı dönüştürmek büyük bir meseledir ve dönüşmek mucizevidir aslında. Basın şehitleri bunu sağladılar, yepyeni kuşaklar yarattılar. Bir büyük görkemleri de budur. Mesela devlet dönem dönem bazı kesimlere daha çok yöneldi. 28 Darbesinde Müslüman kesime yöneldi. Ne partileri ne basın ayağı 6 ay dayanmadı. Hepsi deforme oldu. 2000’li yıllardan sonra Fethullah Gülen yapılanması bazı kesimlere yöneldi. Yöneldikleri basın ayakları paramparça ve rezil oldular. Bize 50 yıldır yöneliyorlar bir tane gazeteci arkadaşımızı kepaze edemediler. Şimdi 28 Şubat darbesi mağdurları olan gazetecilerin bugünkü hallerine bakın. Hepsi tetikçi ve rezil olmuşlar. Dönemin Refah Partisi’nin gazetesi ve televizyonlarında çalışan gazetecilerine bakın, bir de şimdiki hallerine bakın. Bunlar artık gazeteci değil. Neredeyse hepsi ‘siyasi itirafçı’ oldu. Bizim gazetecilerimizi öldürüp binalarına bomba koyup paramparça ettiler, sokak ortasında doğradılar. Ama bir tanesi mücadelesinden vazgeçmedi.
- Son olarak hala Özgür Basın’da emek veren gazeteciler için ne demek istersin?
Biz kendi hikayemizi birçok yönünü ıskalamışız. Burada özeleştiri yapıyorum. Bizim övünmemiz gereken yerde övünmüyoruz. Övünmesine gerek olmayan şeylerle övünüyoruz. Bizim hikayelerimizde olağanüstü şeyler var. Bir şey hikâyeleşmemiş ise mahvolur. Hikaye anlatımından bahsetmiyorum. Sadece Özgür Basın’ın 45 yıllık hikayesini alın ve kıyaslayın. Neye sahip olduğumuzu anlarız. Sahip olduğumuz şeyleri ıskalıyoruz. Bize 50 yıldır bir yönelme var. Bizden 50 kat daha güçlüler ama başlarına bir şey geldiğinde 10 günde dağılıyorlar. 28 Şubat Darbesi tabi ki büyük bir vahşettir. Bu durumu küçültmüyorum. Ama insan karşısındaki insana bakar. Şimdi hepsi para için tetikçilik yapıyor. Bizim gazetecilerimiz birer şövalyedir. Bunu pamuklara sarmamız ve sahip çıkmamız gerekiyor. Spinoza der ki, ‘hakikat gerçeğin kanıtıdır.’ Hakikat olan şey için tarife gerek yoktur. Bizim şehitlerimiz bizim hakikatimizdir. Anlatmaya, öğretmeye, diriltmeye devam ediyorlar. Kendi hakikatlerini kendi anlatan büyük anlatıcılardır. Onları dinlemeye devam edeceğiz.
Adnan Bilen – Hakan Yalçın / Wan-MA