Platon’un ütopik devlet anlayışını aktardığı Devlet adlı eserinin Cumhuriyet başlıklı diyaloğunda, neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunu tartıştırır. İnsanların bir mağara içinde doğdukları günden itibaren hapsedilip, sadece mağaraya giren ışığın yansıttığı gölgelere bakarak yaşamaya zorlandıklarında gerçek dünyanın kendi gözleriyle gördükleri olduğuna inandıklarını ve bu duruma nasıl şartlandıklarını aktarır. İçlerinden birinin mağara dışına çıkmayı başarmasıyla birlikte dönüp içeridekilere dış dünyayı anlattığında ise buna hiç kimseyi inandıramaz.
Tüm dünyada dolayısıyla içinde yaşadığımız coğrafyada da insanların tam da böyle bir algıya teslim olmuş durumda olduğunu ve gerçeği gösterme çabasına girenlere mağaradan dışarı çıkan insanın anlatımına verilen tepkiye benzer bir tepki gösteriliyor. Tepkinin temelinde bildikleri ve kabullendikleri yaşamın tehlikeye düşeceğine dönük korkuları, o insanların temel dürtüleridir. Aydınlanma mücadelesinin bu nedenle çok zor ilerlediğini ve insanların genellikle inandıkları ütopik dünyalarının dağıtılıp gerçeklerle yüz yüze olmalarını sağlamak ise çok zor.
İnsanları gölgelere mahkûm eden şeyin içinde bulundukları koşulları kabulden kaynaklandığını biliyoruz. İnsanlara sunulan veya gösterilen şeylerin birer aldatmaca olduğu ve asıl gerçeğin sürekli olarak üstünün örtülerek görünmez kılındığı gölgeler dünyasında yaşıyoruz. Bizlere demokrasi olarak yutturulmaya çalışılan şeylerle ortaya konan bu basit alegoriye aldanıp gerçek yaşama yabancılaşmaktayız.
İvan Pavlov’un şartlı refleksler üzerine köpeklerle yaptığı deneyi hatırlayalım. Pavlov bu deneyde köpeklere önce zil çalar ve tepki almaz. Sonra zil çalarken yanında et verir. Daha sonra çaldığı zillerde köpek et için hemen zile doğru koşar. Deneyde zil sesiyle birlikte ortada et olmasa da köpeğin ağzından hemen salyaların aktığı görülür ve bu deney “şartlı refleks” olarak adlandırılmaktadır.
Bugün havuz medya ya da yandaş basın adıyla anılanların yaşanan tüm olaylara yaklaşımında nasıl şartlı refleksler verdiğini görünce şaşırıyoruz. Hepsi eğitmenlerinin şartladığı biçimde olaylar karşısında aynı tavrı ve ağzı kullanmaları Pavlov’un deneyini destekler nitelikte. Karanlık, görünen her şeyin üstünü örter. İnsanların karanlıkta görmeye çalıştığı gölgeler ise onu gerçeklerden koparıp yalanın peşinde şartlanarak koşmasına yol açar. İnsanlara, sınıfsal farklılıkları unutturularak oynanan demokrasicilik oyunu içinde ‘aynı gemideyiz’ hikâyesi anlatılır.
Türkiye’de bugün iktidarda olan muktedirle 1930’larda, 50’lerde ya da 80’lerdeki muktedirler arasında öz itibarıyla hiçbir fark yok. Askeri diktatörlükler dönemi dışında sürekli seçimlerle haşır neşir oluruz. Bu seçimlerde mevcut sistemin birer parçası olan partiler, ahkam keserek bir sürü yalanla insanları etkileyip iktidar olmaya çalışırlar. Farklı çıkar çevrelerini temsil ederler ve bu çevrelerin çıkarları doğrultusunda iktidar olmayı hedeflerler.
Hepsinin argümanları farklıdır. Bunlar genellikle karşımıza dindar, seküler, liberal, milliyetçi vb. olarak çıkar. Bu durum burjuva demokrasisi adı verilen sistemler için böyleyken, diktatörlükler için argüman yaratmak ya gereksizdir ya da eğilimlere göre bir şeyler bulup onu ağızlarına sakız yaparak iktidarlarını sürdürürler. 12 Eylül’ün argümanı ise Atatürkçülük olmuştur. Bugün ise iktidarın argümanı insanların dini inanç ve dini duygularıdır.
Muktedirlerin iktidarları dönemindeki ortak yanları, karanlıklar üstündeki örtünün açılmasını önlemek üzere her türden kirli işleri yine yarattığı kirli ellere yaptırmalarıdır. Bu iş için en uygun araç ise ‘basın’ organlarıdır. Karanlığı sürdürmek adına tüm saldırılar bu noktadan atışlarla başlar ve bombalara, mermilere kadar genişleyerek devam eder.
İtalyan tarihçisi Carlo Cipolla’nın, 1988’de yayınlanan “Allegro ma non troppo” (Hızlıca, ama fazla hızlı değil) adlı küçük kitabının ikinci bölümünde ‘aptallığın yasalarını ve bunun klinik araştırma sonuçları üzerinden ilginç bir toplumsal analizde bulunurken, bu analizle ulaştığı sonuç her toplumda genetik aptallığın olduğu ve oranının ise yüzde 2 olduğudur. Okumuş- okumamış, zengin-fakir, köylü-kentli, yöneten-yönetilen, üniversiteli ya da ilkokullu vb. olsun her kesimde bu ortalamanın değişmediği sonucuna varmaktadır.
Bu bilimsel bir saptama, kimseye hakaret içermiyor. Çünkü kimin aptal olduğunu kimse bilmiyor. Aynı elbiseleri giyip aynı işleri yaptıkça ve aynı yollarda yürüdükçe Aristo’nun ‘sosyal hayvanlar’ kategorisi gibi aptalla akıllıyı ayırmak olanaksız. Bu nedenle bir istifayı veremeyen basın organlarındaki yüzde 2’ye gerçekten üzülüyorum…