Barış Akademisyeni Nihan Aksakallı ile hekimliği, şehir hastanelerini ve toplumsal sorunları konuştuk.
Nihan Aksakallı, bir hekim. Onkoloji gibi çok zorlu hastalıklarla mücadele edilen bir alanda tümör patoloğu olarak çalışıyor. Nihan Aksakallı aynı zamanda bir Barış Akademisyeni ve Çağlayan’daki duruşmalarda hekimlikten geliyor olması gereken özel ve sakin duyarlılığını yüklenmiş, güleryüzlü ve kararlı duruşuyla davasını savunuyordu. Nihan Aksakallı ile bu defa bütün toplumun hayatını doğrudan etkileyen sağlık alanının sorunlarını konuştuk.
Sağlık alanında 2000’lerin ikinci yarısında art arda yapılan düzenlemeler, sektörü neoliberal sisteme uyarlayan yasalar ve sağlığın piyasalaştırılmasının sonucunda sağlık hizmetlerinin kalitesinde nasıl bir düşüş oldu? Hekimlerin performansının muayene ettikleri hasta sayısı ile ölçüldüğü bir düzende siz, hekimler, bu durumu bireysel çabalarla aşabilir misiniz?
Birçok olumsuz etkisi oldu. En basit yönünden anlatmak gerekirse telefonla randevu alınan bir sistemde, bir hastaya 15 dakika düşüyor. Bu 15 dakikalık zamanda hastanın ayrıntılı olarak şikayetlerini anlatması, doktorun (branşına göre) fiziksel muayene yapması, olası tanıları düşünmesi, tanı için tetkikleri istemesi ve hastanın tedavisini düzenlemesi gerekiyor. Bazen hastanın muayene için hazırlanması en az 5 dakika sürüyor. Bu koşullara maruz kalmak hasta için de, hekim için de büyük haksızlık. Günde 70-100 hasta bakmak zorunda kalan meslektaşlarımız var. Çalışırken fiziksel yorgunluk önemli değil ama muhakeme yaparken belli bir kapasiteden sonra insanın beyni artık algılayamayabiliyor. Bu durumda hekimin hata yapma olasılığı da artıyor. Bu düzenin bireysel çabalarla aşılması olanaklı değil. Kâra yönelik, sağlık kuruluşlarını ticarethane, hastayı müşteri olarak gören bir sağlık politikası yerine, herkesin eşit olarak sağlık hizmetlerine erişebileceği, koruyucu ve önleyici tıbbın öncelendiği yeni bir sağlık politikası ile çözülebilir ancak.
Bugün sağlık alanında saptadığınız en önemli sorunlar nedir?
Çok sorun var ama ben içlerinden ikisinin altını çizmek istiyorum. 15 Temmuz 2016’dan sonra ilan edilen OHAL ile çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnâmeler ile çalıştıkları kurumlardan ihraç edilen yaklaşık 130 bin kişi var bu ülkede. Bu kişiler tüm kamusal haklarından men edildiler. Parasız ve sosyal güvencesiz bir kişinin hastalandığında nasıl tedavi olacağına ilişkin çözüm önerilerinde bulunan bir kuruluşa, sivil toplum örgütüne rastlamadım. İnsanların aklına kolay çözülecek hastalıklar geliyor olmalı. Örneğin “ateşi çıkarsa aileden, arkadaşlarından biri, bir ateş düşürücü alır” gibi. Pek iyi, o kişinin bir kronik hastalığı varsa, kanser olursa ne olacak? Onkolojik tedavilerin ne kadar pahalı olduğunu biliyoruz. Ameliyatı, radyoterapisi, kemoterapisi, immunoterapisi, her biri çok yüksek rakamlar. Kemoterapi ilaçları içinde bir kutu ilacın 5.000-15.000 lira olduğu ilaçlar var. 21 gün ara ile bu ilaçların kullanılması söz konusu olabiliyor. Bu tedavilerin, işi ve sosyal güvencesi olmayan biri tarafından karşılanabilmesi olanaksız. Boşuna “sivil ölüm” denmiyor.
Bir diğer önemli sorun ise, gene onkolojik bir bakış açısı ile, çevre kirliliğinin neden olduğu hastalıklar. Bir an önce fosil yakıtlarının yasaklanması, endüstriyel kirleticilerden havanın, suların temizlenmesi ve en önemlisi gıdalarda bulunan hormonların, toksik ve kanserojen maddelerin yasaklanması gerekli. Tüm bunlar önemli solunum, dolaşım sistemi hastalıklarına, nörolojik hastalıklara ve en önemlisi kanserlere neden oluyor. Bizim 4., 5. onyılda görmeyi beklediğimiz hastalıkları 20’li yaşlardaki bireylerde daha sık görüyor olmamızın sebebi bu çevre kirliliği.
Son yıllarda hekimlere yönelik saldırıların artışını neye bağlıyorsunuz?
Sebep “sistem” diye günlük dilde kısaca özetlediğimiz siyasi iktidarların politikaları. Öncelikle ilk sorunuzda özetlemeye çalıştığım çalışma koşullarında, hekimin ve hastanın birbirini doğru anlama ve kendini doğru ifade etmesi son derece zor. Her iki taraf da tükeniyor ve birbirlerine karşı örseleyici davranıyor. Bu iletişim sorununa 1980 darbesinden sonra başlatılan ve 2000’lerden sonra tırmandırılan, hekimlere yönelik düşmanlaştırıcı dili ve tabii en önemlisi, şiddet uygulayana karşı cezasızlığı eklemek gerekir.
Şu günlerde yine çokça tartışılan şehir hastaneleri ile hedeflenen nedir?
Bu konunun da çok boyutu var. Şehir merkezlerinden çok uzakta olduğu için toplu taşıma araçları ile ulaşımın son derece zor olduğu, bir sağlık kuruluşundan çok, alışveriş merkezi ya da binlerce odası olan bir otele benzeyen, Sağlık Bakanlığı tarafından kira ödenen, temizlik işleri ve yemek için hizmet alınan şirketlere para ödenen binalar bunlar. Kâr edilmesi amaçlanmış ama çalışmaya başlayan Şehir Hastaneleri’nin gelirden çok giderleri olduğu tespit edilmiş. Yani, aslında bu hastaneler ülke ekonomisine yük. Bir husus daha var, şehir hastanelerinin açılması ile o şehirdeki Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastaneler kapatılıp, binlerce yatağı olan tek bir şehir hastanesine taşınıyor ya da taşınması planlanıyor. Hastaneye acil başvurulması gereken sağlık sorunlarında hastalar bu kadar uzaktaki hastaneye gitmek yerine merkezde kalan özel hastanelere başvuracak mecburen. Özetle şehir hastanelerinin kamu yararı yoktur.
Toplumda kadına yönelik şiddette bir artış olduğu gözleniyor. Cinsiyetçilik ve ayrımcılık tıp gibi acil bir hizmette de bir hekim olarak mesleğinizi ifa ederken sizi etkiliyor mu?
Ben patoloğum. İşimi yaparken hastayla doğrudan iletişimde olmam gerekmiyor. Sorunuzda sözünü ettiğiniz gibi bir şiddete hiç maruz kalmadım. Bu soruyu klinisyen meslektaşlarıma sormak gerekli.
Hasta haklarını insan hakları çerçevesinde nasıl tanımlarsınız?
Her birey ırk, dil, din, mezhep, siyasi düşünce, yaşadığı yöre, cinsel yönelim, meslek, sosyal durum gözetilmeden sağlık hizmetine eşit olarak erişebilme hakkına sahiptir. Bu temel çerçeve. Bunların yanı sıra bireyin felsefik düşünceleri, inançları gereğince iradesine uyulması ve tıbbi bilgilerinin kendisinin onayı olmadıkça kimseyle paylaşılmaması gerekli.
Siz de bir Barış Akademisyeni olarak uzun bir hukuk mücadelesi verdiniz. Barış mücadelesi ile hekim sorumluluğunu siz kendi hayatınızda nasıl bir araya getiriyor, nasıl bir söylemle savunuyorsunuz?
Bizim öğrenci iken öğrendiğimiz, sonrasında da öğrenci arkadaşlarımıza aktardığımız çok değerli ilke Hipokrat’ın “önce zarar verme” ilkesidir. Hekimlik mesleği, bireyin fiziksel ve ruhsal olarak sağlığını korumak ve sağlamak üzerine temellenir. Elbette mesleğin yanı sıra insani sorumluğu da göz önüne alırsak, sadece insanların değil tüm canlıların yaşamını, doğayı, tüm kültürel ve tarihi değerleri korunmayı da buna eklemek gerekir. Bu koşulları sağlamanın tek yolu barıştır.
Ülke dışına giden çok sayıda meslektaşınız oldu. Bu size ne hissettiriyor?
Bu ülke kendi alanlarında çok değerli çalışmaları, araştırmaları olan, üniversitenin tüm bileşenleri için emek ve hak mücadelesi veren, öğrencilerini sorumluluklarının merkezine koyan çok değerli akademisyenlerini kaybetti. Arkadaş hasreti çekmemden daha fazla ülke ve özellikle onlardan mahrum kalan öğrencileri adına çok üzgünüm.
Bir hekim olarak siyasetten ne bekliyor, ne talep ediyorsunuz?
Herkese eşit eğitim hakkı sağlayan eğitim politikası, herkese eşit sağlık hizmetine erişim hakkı veren, koruyucu ve önleyici tıbbı uygulayan sağlık politikası, nükleer enerjiyi reddeden, fosil yakıtlarını yasaklayan, endüstriyel kirliliği engelleyen, iklim krizi için önlem alan çevre politikası, üretirken toksik ve kanserojen maddeleri yasaklayan tarım politikası, beslerken hormon kullanımının yasaklandığı hayvancılık politikası ve ülkedeki herkes için eşit vatandaşlık haklarına sahip, barış içinde yaşam olanağı sağlayan, özgürlük ve adaletin sağlandığı bir siyaset talebim var.
Son depremden sonra İstanbul’da Çapa ve Cerrahpaşa hastanelerini taşıma çabasına girişti hükumet. O süreç ne aşamada şimdi?
Üniversite hastanelerinde bir çöküşten bahsediliyor. Bu çökertme çabasının sebebi nedir? Üniversite hastaneleri, çöküş için yıllardır her türlü fiziksel koşul, tıbbi cihaz ve malzeme donanımı açısından mahrum bırakıldı. Bu yoksunluğun hasta kaybına yol açması, buna bağlı gelir kaybı olması ve nihayetinde kâr etmeyen hastanelerin özerk ve özgür (!) üniversitelerden ayrılıp, Sağlık Bakanlığı’na bağlanması planlandı. Her türlü fiziksel dezavantaja rağmen Çapa ve Cerrahpaşa üniversite hastaneleri sağlık profesyonellerinin ve tüm çalışanlarının özverileri sayesinde ayakta kalmayı başardı. Bu konuda tekrar edilmesi gerek en önemli şey; kamu üniversiteleri kâr etmesi gereken kurumlar değildir, verdikleri sağlık hizmeti kamu yararına olmalıdır, eğitim ve araştırma birincil ödevleridir. Kâr etmek ticarethanelerin işidir.
Çapa ve Cerrahpaşa’nın yerlerinden taşınması isteğinin depremle ilgisi yok. 2017’de Çapa Yerleşkesi’nin Hasdal’a taşınmasının planlandığını öğrendik. Şehir merkezinde kamu hastanesi olsun istenilmiyor. 2018 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İstanbul Üniversitesi’nden ayrıldı. Cerrahpaşa taşınmayacak, yerinde yapılanıyorlar. Çapa Yerleşkesi içinde, benim de görev yaptığım İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 26 Eylül’deki depremden sonra çok yüksek risk taşıdığı için boşaltıldı. Fakülte çalışanları İstanbul Üniversitesi’nin çeşitli fakültelerinde misafir olmakta. Teorik dersler Hukuk, Siyasal Bilgiler ve İktisat fakültelerinin amfilerinde yapılmaya başlandı. Bizim Patoloji Bölümü’nün pratik dersleri için, Eczacılık Fakültesi laboratuvarlarını kullanmamıza izin verildi.
Klinik dersler ve hastaların tedavisi için etkin çözüm arayışları sürüyor. İstanbul Tıp Fakültesi’nin Temel Bilimler Binası, Hulusi Behçet Uz Kütüphanesi boşaltıldı. Öğrenci yemekhanesi yıkıldı. Boşaltılan bölümler uygun yerlere nakledilmeye çalışılıyor. Çapa’da öğrenciler ve çalışanlar olarak hepimiz hem çok üzgün, hem de endişeliyiz. Öğrenciliğimizden beri yıllarımızın geçtiği okulumuzu kaybettik. Gençliğimiz, anılarımız ve bir tarih yok oldu. Geçmişimiz yok oluyor. Bizi ancak aynı yerleşkede yeniden yapılanmak avutabilir.