HDP Milletvekili Ali Kenanoğlu, iktidarın son dönemde attığı adımları ve Hilafet tartışmasını değerlendirdi:
Gülcan Dereli/Hüseyin K. Akçadağ
Alparslan Türkeş, 12 Eylül darbesinden sonra cezaevine atıldığında, şaşkınlığını, “Fikirlerimiz iktidarda, biz cezaevindeyiz” diye dile getirmişti. Bugün artık hem fikirleri hem de kendileri iktidarda diyebiliriz. Türkeş’in kendisi değil ama selefi iktidarda. Türkeş’in ‘fikirlerimiz’ dediği fikirleri 12 Eylül rejiminin Türk-İslam sentezi olarak formüle ettiği fikirlerdi. Bugünlerde atılan adımlarla iktidarda olan fikirler daha da geliştiriliyor. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile İstanbul Sözleşmesi’nden çekiliyor, müze olmaktan çıkarılan camiye atanan imam, artık toplumsal alanın bütününe dair fetvalar vermeye başladı ve sonra istifa etmek zorunda kaldı. AKP medyası son zamanlarda Türkiye’nin ne zaman tekrar hilafete geçeceğini tartışmakta. Bu gelişmeler başta kadınlar, Aleviler olmak üzere bütün farklı kimlik ve inanç gruplarını rahatsız etmektedir. HDP Milletvekili ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği ve Hubyar Vakfı ve Alevi Bektaşi Federasyonu Kurucusu Ali Kenanoğlu, bütün bu konuları gazetemiz için değerlendirdi.
Erdoğan’ın atadığı ve istifa etmek zorunda kalan Ayasofya imamının halife gibi her konuda fetva vermesi neyin hazırlığı?
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eksik bıraktığı parçaları Ayasofya imamıyken istifa etmek zorunda kalan Mehmet Boynukalın tamamladı. Anayasa’dan laiklik ilkesinin kaldırılmasını istemesi, hilafet söylemlerinin yaygınlaşması ve yeni Anayasa tartışmaları birbirinden bağımsız düşünülemez. Cumhur İttifakı’nın AKP kanadı İslamcı cepheden kimi Cumhuriyet kazanımlarına, MHP kanadı ise milliyetçi cepheden Kürt düşmanlığı ile birlikte demokrasi karşıtlığına hız vermiş durumda.
Türkiye yönetim anlamında bir yol ayrımına doğru ilerliyor. Yoksulluğu iliklerine kadar hisseden toplumun büyük kesimi, son kalan demokrasi kırıntılarına yönelik saldırı furyası ile birlikte bu yol ayrımında nerede duracağına iyi karar vermeli. İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerin el değiştirmesi korkusunu genel seçimlerde de yaşamaktan korkan Cumhur İttifakı ise bu tür söylemlerle, dindar-muhafazakâr-milliyetçi seçmen kitlesini konsolide etmenin peşinde. Bunlar artık şahsi gelecek kaygılarını devletin bekasına tahvil etmiş durumdalar. Dindar ve milliyetçi bir avuç zümreden gelen her talebi yerine getirme çabası içine girdiler çünkü hikayeleri bitti. Mümkün olsa bu talepleri yasama yoluyla yapmayı isterler ancak, bu güçte olmadıklarının kendileri de farkında olduğu için bunu fiili zeminde yürütme tercihi işlerine gelmektedir.
Burada kısaca laiklik kavramına değinmekte fayda görüyorum. Laikliğin okullarda ezberletildiği gibi sadece din ve devlet işlerinin ayrılması şeklinde tanımlanması çok yetersiz. Gerçek anlamda laiklik, aydınlanmanın, bilimsel düşüncenin ve demokrasinin mihenk taşıdır. Demokrasinin, laikliğin anlamı herkesin inancına, inançsızlığına, yaşam biçimine saygı göstermesi ve devletin de bunu hukuk aracılığı ile korumasıdır. Laikliğin Anayasa’dan kaldırılmasını istemek şeri yönetime geçilmesinin ayak sesleridir. Laikliğin kaldırılması demek doğrudan herkesin yaşam tarzına müdahale demektir. O yüzdendir ki laiklik savunulması gereken bir mevzidir ve bunun herkesçe iyi idrak edilmesi gerekir.
İktidara yakın bazı yayın organlarının ‘sıra Hilafet’te’ diye manşet atmaları bu bağlamda nereye oturuyor?
Hilafet çağrısı doğrudan anayasal düzeni yıkma ve darbe çağrısıdır. Bunun ifade özgürlüğü olarak değerlendirilmesi abesle iştigaldir. Halifelik ekseninde şeriat devleti özlemi çekenler, artık o vaktin yaklaştığına kanaat getirmiş olmalılar ki gittikçe dozu artıran açıklamalar yapmaktan geri durmuyorlar. Ancak bunlar nafile çabalardır, Türkiye inişli-çıkışlı badireler atlatsa bile hiç kimse tarihsel ilerlemeyi geriye çevirmeyi başaramayacaktır. İktidarın böyle çağrıların arkasında hizalanması anlaşılır olsa bile cumhuriyet ve demokrasi ilkelerinden vazgeçilmesi demek siyasal anlamda bir kırılmadır.
Bütün bunlar Türkiye’de sadece bir mezhebin hakimiyeti anlamına gelmez mi?
Türkiye’de Millî Görüş hareketi İslam’ın Sünni yorumudur. Milli Selamet, Refah ve AKP gibi partilerin ana tabanları aslında geçmişten gelen cemaat ve tarikatlara dayanır. Dolayısıyla bu partilerin geleneksel Sünniliği temsil ettikleri söylenebilir. Bu temsiliyet bugün iktidarda vücut bulmuş haldedir ve Türkiye’de yaşayan diğer inançları ve mezhepleri yok sayma mertebesindedir. Türkiye’nin Alevilik sorunu vardır ve çözümsüzlüğe itilmek istenmektedir. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı Sünni mezhebin sözcüsü konumunda olup, diğer mezhepleri ve inançları sapkın olarak görme eğilimindedir. Tabii bu sürdürülebilir bir durum değildir ve Türkiye’de yaşanan kimlik sorunu, inanç sorunu gibi temel demokratik haklar halının altına süpürülerek çözülmesi mümkün olmayan ancak eşitlikçi bir yaklaşım ve bakışa sahip olunarak ele alınabilecek konulardır.
Tarihte çok örneğine rastlandığı gibi devletler, mezhepleri siyasi hakimiyetleri için bir araç olarak kullanmaktan geri durmamışlar ve bugün de bunu AKP iktidarı sürdürmektedir. Bir mezhebin diğer inançlara veya mezheplere düşmanca yaklaşımı nihayetinde toplumları iç savaşa sürükleyebilecek kadar riskler taşır. Kabul edelim ki bunun anılması bile korkunç bir durumdur, kaldı ki Cumhuriyet tarihinde bile Türkiye’de yaşayan ikinci en büyük nüfusa sahip Alevilere yönelik katliamların doğrudan inançsal çatışmalara dönüşmemesini, Alevilerin bir arada yaşam, barış ve demokrasiden yana tutumlarında saklı olduğunu görmek gerekir.
Sorun hangi inancın, hangi mezhebin veya siyasi görüşün doğru olduğu değildir. Sorun, inançları, mezhepleri veya farklılıkları yok saymaktır. Çözümü ise herkesin dini inancına, etnik kimliğine, siyasi düşüncesine saygı duymak ve bunun hukuki zeminini oluşturmaktan geçer. Bir arada yaşamanın asgari normları burada yatmaktadır.
Sivil toplum örgütleri, Alevi dernekleri bu konuda nasıl adımlar atmalı?
Elbette ne İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ne laikliğin kaldırılması ne de hilafet istemlerine karşı sivil toplum örgütlerinin veya Alevi kurumlarının tek başına mücadele etmesini kimse beklememeli. Zaten böyle baş edilmesi de mümkün değildir. Saldırı topyekûn ise karşı duruş da topyekûn olmalıdır. Siyaset kurumu, demokrasi çevreleri, aydınlar, sivil toplum kuruluşları toplumsal bir karşı duruşu örgütleyebilmenin yollarını çok geç olmadan üretebilmelidir. Sivil toplum örgütleri de Alevi kurumları da kendilerine yönelik saldırılara karşı yılların deneyimleri ile kendi iç tartışma ve kararlaşma süreçlerini yaşatabildiklerini biliyoruz. Bu kararlaşmalardan siyasete düşen yegâne pay ise ortak bir duruşu toplumun önüne koyabilmektir. Alevi örgütleri demokrasi cephesinin bir parçası olmalı ve bu konuda çekince göstermemelidir. Kimi Alevi örgütleri “Siyasete bulaşmayalım” şeklinde bir düşünce ortaya koysa da yaşadıkları tüm mağduriyetlerin siyasetten bağımsız olmadığını görmeleri gerekir. Bundan kaynaklı olarak da siyasete demokrasi cephesinden net ve açık tavır koymalıdırlar, çekingen davranmamalıdırlar.
Muhalefet partileri neden yeteri kadar ses çıkarmıyor?
Her gün insanı şok eden gelişmeler yaşanıyor, HDP’nin kapatılmak istenmesinden tutun da Gergerlioğlu’na yaşatılan linçe kadar, Bahçeli şürekasının gazeteci dövdürmesi, Çakıcı’nın Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili beyanda bulunması, Meclis’te reddedilen yasanın tekrar gündeme alınması, korona vaka sayılarının 50 bini geçmesi, ramazan bahanesi ile yemek salonlarının kapatılması, içki satışlarının yasaklanması, geçim sıkıntısı ile yaşanan intiharlar, kadın katliamları, siyaset yasakları, kayyumlar, polis şiddeti gibi birçok konu; demokratik ülkelerde bunların birine bile yılda bir kez rastlamak şaşırtıcı olabilecekken bizde iki günde konuşulup tüketilen gündemler halini aldı. Sanki toplumca bir kanıksama hastalığı yaşıyoruz.
Aslında Türkiye siyaseti, iktidarı ve muhalefeti ile birlikte bir tıkanmanın eşiğinde, bunu vatandaş dahi kolaylıkla görebiliyor ve özellikle muhalefet cephesinden güvenebileceği bir çıkış bekliyor. İktidar yönetememe sorunu yaşıyor, muhalefet ise çözüm üretememesinin sıkıntısını yaşamakta. Partimiz HDP sürekli terörize edilerek muhalefette yer alan partilere ayar verilmeye çalışılıyor. Muhalefet partilerinin yeteri kadar ses çıkarmaması politik bir saklambaç oyununa benziyor. Sanki kafasını biraz reddiyeden yana çıkarırsa sobelenerek pozisyonunu kaybetme korkusu yaşıyor. Muhalefetin bu ürkek tavrından da iktidar cesaret alıyor.
Türkiye siyasetinin açmazı ancak basiretli bir duruşla, topluma güven veren, ezberleri bozan, herkesin kendini içinde hissedebileceği ortak bir toplumsal deklarasyonla açılabilir. Biz açık olarak çağrımızı sürekli yineliyoruz ve diyoruz ki: Demokrasi ittifakı kurulmalıdır. Toplumun üstüne karabasan gibi çöken AKP-MHP blokundan kurtulmak, tüm muhalefet kesimlerinin birlikte hareket edebilmesiyle mümkün olabilecektir. Hiç kimse ‘Bunlar gitmez, bunlar kaybetmez’ dememeli. Ortak toplumsal muhalefet talebi ve umudunu diri tutmak bugünün kaybedenlerine yarını kazandıracaktır.
Sözleşme bitti, şiddet arttı
AKP İstanbul Sözleşmesi’nden neden çekildi?
İstanbul Sözleşmesi özü itibarıyla kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini önlemeyi, kadınları korumayı ve toplumsal cinsiyet eşitliği ilkelerini içeren çok önemli bir sözleşmedir.
Uzun süredir İslami çevrelerce kaldırılması yönünde kampanya yürütülüyordu. 2011 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile onaylanan sözleşmenin bir gecede, Anayasa’ya aykırı bir şekilde, parlamenter irade yok sayılarak Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile feshedilmesi hukuki açıdan da iç ve dış kamuoyu açısından da kabul edilebilir bir durum değildir. Tabii bu ifade bizim için geçerli ancak, AKP’nin büyük kısmı ve çeperinde yer alan şeriatçı kesimlerce sözleşmenin Türk aile yapısına aykırılık taşıdığı, eşcinsel birlikteliklere kapı araladığı bahanesi ile iptal edilmesi memnuniyetle karşılandı. Bu demektir ki AKP iktidarının asıl ajandasında kendi yandaşlarının yıllardır içlerinde biriktirdiği talepleri önceleyen bir acelesi var. Bunun izlerini Ayasofya kararında gördüğümüz gibi belki hilafet dillendirmelerinde de görebiliriz.
Sözleşmeyi çekincesiz imzalayan ve adını İstanbul’dan alan bu sözleşmeden Türkiye’nin çekilmesi İsviçre’nin Cenevre sözleşmelerinden çekilmesi kadar abes bir durumdur. Buna bir akıl tutulması demek, kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesini, şiddet mağdurlarının korunmasını, suçluların cezalandırılmasını AKP istemiyor demek de biraz sığ bir yaklaşım olabilir, dolayısıyla bütün bu hamleleri AKP’nin 2023 hedefi ve ‘davamız’ ifadelerinden bağımsız düşünmemek gerekir.
Tabii İstanbul Sözleşmesi’nin tüm hükümlerine tam uyulduğunu söylemek pek mümkün olmasa bile yine de kadınları koruma altına alan çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin mağduriyet yaşayan kadınlara koruma-tedbir kararları aldırabilen 6284 sayılı kanun bir kazanımdır. Ancak, her gün kadın katliamı ve kadına yönelik şiddet haberlerinin eksik olmadığı bu ülkede yazılı kanunların yetersizliği bir yana uygulayıcılarının isteksizliğini de göz ardı etmemek gerekir. Nitekim, sözleşmeden çekilme kararı ile birlikte erkek şiddetinin artışına dair emareleri sosyal medyadan görmek hem kaygı hem de acı vericidir.