Sarsılan kara katmanları, öfkeli ve çılgın bir deniz, dayanıksız binalar, yiten 79 kişi ve haber alınamayan bedenler. Ege/İzmir depreminin etkilerini yaşıyoruz. Uzun süren bir sessizlik ve ardından yaşamın olduğuna dair umutla beklenen sesler. Diliyoruz ki sessizlik, yaşamın olduğuna dair sesleri açığa çıkarsın ve enkazın altındaki insanlar bir an evvel sevdikleriyle buluşsun!
Yaşamının sürdürülebilirliği pek çok etkene bağlı, yani nefes almak o kadar kolay değil. İçinde yaşadığımız kentimiz, konutumuz ve gelirimiz yaşamın sağlıklı biçimde sürdürülmesinde belirleyici etkenler arasında. Tabi ki bir deprem anında tutulup kalmamışsak, meşhur gizli tanık ifadelerine göre sabahın pek erken bir vaktinde on polisin baskını ile cebren uyandırılmamışsak ve yere yatırılan çocukların üzerinde polis köpekleri yürütülmüyorsa. Denizli Valisinin “neden masken yok?” sorusuna “gebermek istiyorum” diyen esnaf ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yapılan beklenmedik bir diyalogda “eve ekmek götüremiyoruz” diyen esnafın hissettiği ekonomik şiddet, evlerin hallerini anlatıyor. Nasıl yaşıyorsanız öyle düşünürsünüz, Saray’dan bakıldığında bir “abartı” gibi görülen bu gerçeklik, evin içinde bağır bağır itirazlara, isyanlara dönüşebiliyor.
TBMM’de görüşülen 2021 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi ile evlerde yaşanılan haller ve evlerin eriyen geliri birbiriyle hiç olmadığı kadar ilişkili. Çünkü devlet gelirleri büyük ölçüde bizlerden alınan vergilerden oluşuyor. Depremler ve deprem olasılıklarının ürkütücü etkilere sahip olduğu salgın koşullarında Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na ayrılan ödenek miktarı sadece 2.085.860.000 TL. Bu gelirin nasıl kullanılacağı konusunda da kamuoyu bilgiye sahip değil.
Halka boyun eğdirme konusunda “fetih ekonomisi” ve “geçim ekonomisi” birlikte çalışıyor. Siyasal iktidar, tazminatlarını alamadığı için yürüyen Soma madencilerine, anadilini konuşan, yazan, Kürtçe tabelalar asan emekçilere, güçlenmeye çalışan kadınlara boyun eğdirmeye çalışıyor, fakat derece farkları ile: emekçileri böl ve yönet, kültürel olarak istila et, durmaksızın manipüle et, nihayetinde boyun eğdir. Şimdinin bütçe süreci de bu yöntemlerle işliyor.
‘Fetih ekonomisi’ ve geçim ekonomisi… İkisi de son aşamada ekonomi coğrafyasında buluşuyor. Her iki ekonomi de doğal varlıklar ve insan; toprak, su, hava ve gıda ile ilgili kararları kimin vereceği sorusu ile ilişkileniyor. İstanbul ve Diyarbakır halkının vergilerinin bir kısmı belediyelere gidiyor. Soru açık: Diyarbakır’da belediye gelirleri ile yaşamın akışına kayyumlar mı etki edecek yoksa çoklu demokratik seçmen iradesi mi? Hem İstanbul’da hem de Diyarbakır’da evlerdeki bütçe açığı inanılmaz bir düzeye doğru ilerliyor. Bütçe açıkları borçlarla kapatılıyor… Kapitalist koşullar “borç yiğidin kamçısıdır” diyor ve hayatımız bu kamçının eşliğinde sürüyor.
Peki devlet bütçesi ne âlemde? Bütçedeki ödeneklerin nerelere tahsis edildiğinin karartıldığı, “diğer bütçe giderleri” kaleminin denetim dışı bırakıldığı, kâr amacı gütmeyen kuruluşlara yapılan aktarmaların denetlenemediği (1) koşullarda parti-devletin bütçesi Meclis’te görüşülüyor. Bütçe yasa tasarısına ilişkin yorumlara göre, tüm kadro dereceleri itibariyle dört milyon civarındaki bürokrat/memurla yönetilen devletin hali biz sade yurttaşların halinden daha da kötü gözüküyor. Bütçe süreci aşırı merkezileştirilmiş, Saray’a sıkıştırılmış durumda. Bir yandan Kovid-19 salgını diğer yandan ekonomik kriz vergi gelirlerini düşürüyor, son on beş yılın en büyük bütçe açığı çıkıyor ortaya. Devlet borçları da son dört yılda iki kattan fazla artmış durumda.
En yüksek ödenek tahsisinin devletin zor aygıtlarına yapılmış olması otoriterleşmenin bütçedeki somut bir yansıması. Yani MSB, İçişleri Bakanlığı, MGK, MİT, Jandarma, Sahil Güvenlik, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Adalet Bakanlığı’na ayrılan ödeneklere, Savunma Sanayi Destekleme Fonu gelirleri ve literatürde askeri sanayi karma şirketleri olarak da anılan beş büyük devlet şirketinin ciroları da dahil edildiğinde ortaya çıkan rakam bütçenin yüzde 25’ine ulaşıyor. Milli Eğitim Bakanlığı ve Yükseköğretim toplamında bu oran yüzde 14.2; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın oranı yüzde 11.5. Adalet Bakanlığı bütçesinin yarısından fazlası tutarında ödenek aktarılan kurum ise Diyanet İşleri Başkanlığı.
Bütçeye genel bir bakış bile bütçe hakkının gaspını ortaya koyuyor. Bir yurttaşlık hakkı olan ve demokrasinin olmazsa olmazı konumundaki “bütçe hakkı”nın miladı olarak kabul edilen Magna Carta (1215) Britanya Kralı’nın savaş çıkartma yetkisini kısıtlamak, yani savaşlar nedeniyle halktan daha fazla vergi toplanmasını önlemek için getirilmiş. Yüzyıllar sonra bu kavramın hakkını vermek gerekiyor. Merkezi Yönetim Bütçesi’ne, vergi yükümlülerinin, yurttaşların öz kaynağı olarak yaklaşmak ve müdahale olanaklarını yeniden düşünmek gerekiyor.
Bütçe hakkını savunmak demokrasiyi ve barışı savunmak anlamını taşıyor. Yurttaşlar olarak aşağıdan yukarıya doğru demokratik katılım yollarının açılmasıyla bütçe hakkını gerçek anlamda kullanabildiğimizde, kamu gelirleri, kamu harcamaları ve devlet borçlanması üzerinde söz ve eylem gücümüz artar.
Dipnot: • Mustafa Durmuş, “18 yılda ‘ileri demokrasiden ‘tekçi’ rejime, ekonomide şahlanmadan çöküşe” özgürüniversite.org, 31.10.2020.