Geçen yazımda genel bir durum tespiti yapmış ve demiştim ki tıpkı geçmişte imparatorluklar nasıl içsel gelişmeler sonucu sıkıntıya girip çökmüşler ve sonunda yerlerine ulus devletler kurulmuşsa, bugün de ulus devletler içinde içsel olarak oluşan sıkıntılar var. Bu sıkıntıların kaynağı ulus devlet yapıları içinde “sınıf ilişkileri” değil “kimlik ilişkileri”dir ve kendini ulus devletin “sahibi”gibi gören kimliklerle “diğer” kimlikler arasında oluşmaktadır. Şimdiden ayrıntısına girmeden belirtmiş olayım ki bu durum “sınıfların” yerine “kimliklerin” almış olduğu iddiası değildir. Sadece konjonktürel olarak kimliklerin sınıf ilişkilerini gölgelemiş olması iddiasıdır.
Çok kimlikli bir toplumda kendini toplumun asli unsuru olduğunu düşünen bir kimliğe ait insanlar varsa o toplumda kimlikler arası çatışma olasılığı da var demektir. Çünkü o toplumda “asli unsur” olduğunu iddia edenler toplumun kaynaklarını kendi kimlik mensuplarının kullanımına ayırmayı tercih ederler ve böylelikle kimlikler bağlamında “eşitsizlik” üretirler ki bu da potansiyel bir çatışma ortamı anlamına gelir. (Ekonomik bu yönelişin bir başka olasılığı da kültürel eşitsizliğe ve asimilasyoncu uygulamalara yönelmeleridir).
Dolayısıyla bugünün dünyasında sorun yaşayan ulus devletlerin gidecekleri iki yol vardır. Ya ulus devlet içinde kendilerini “toplumun sahibi gibi gören kimlikler” yaşanan gerilimler çerçevesinde “diğer” kimlikler üzerinde daha baskıcı bir yönetim kuracaklar; ya da, “diğer” kimliklerle birlikte, demokratik ve paylaşımcı yeni bir demokrasi ortaya koyacaklar. (Ya da bu iki ekstrem nokta arasında birinden birine daha yakın olmak üzere sonsuz sayıda yönetim biçimi oluşturacaklardır).
Bu çerçevede Türkiye’ye baktığımızda, bugünün “İslamcı kimlik” adını verebileceğimiz kimlik mensupları, kendilerini, tıpkı “Seküler kimlik” mensuplarının bir zamanlar iddia ettikleri gibi Türkiye toplumunun “asli unsur”ları olarak görüyorlar. Dolayısıyla tıpkı “Seküler” kesimin bir zamanlar yaptığı gibi hem ekonomik kaynakları kendi mensuplarına yönlendiriyorlar ve hem de “diğer” kimlikler üzerinde asimilatif politikalar uyguluyorlar.
Türkiye’de toplumsal huzurun ve istikrarın olmamasının nedeni de budur. Bugün “İslamcı kimliğin” temsilcisi AKP nereye doğru gideceğini bilememekte, daha doğrusu toplumu yönetememekte ve giderek daha baskıcı hale gelmektedir. Sonuçta AKP, kendini de toplumu da bir çıkmaza doğru sürüklemektedir.
Başka bir yol mümkün müdür?
Elbette mümkündür. Bu yol Türkiye’de varolan “diğer” kimliklerin, sekülerlerin, Alevilerin, Kürtlerin ve sol çevrelerin “asli unsur” aramaksızın birlikte siyaset yapmayı öğrenmeleriyle mümkündür. Çok kimlikli bugünün ulus devletlerinde ya faşizm yeniden canlanacak ya da daha demokratik ve katılımcı yeni bir demokrasi keşfedilecektir! Bu, Türkiye için de doğrudur. Dolayısıyla önümüzdeki siyaset, faşizme geçit vermeyecek daha katılımcı, daha kapsayıcı yeni bir demokrasi siyasetidir. Bunu başarabilecekler mi bilmiyoruz. Ama başarabilmek için çaba göstermek de başarabilmenin tek yoludur.