Kürt inkarı üzerinde şekillenen Sykes-Picot Anlaşması’nın 100. yılında, temel güç olarak ortaya çıkan Kürt dinamiği, sadece bölgedeki dengeleri değiştirmek ve belirlemekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’de de temel bir siyasal belirleyen olarak orta yerde duruyor
Kenan Kırkaya
Son birkaç yıldır bölgemizde olağanüstü ve baş döndürücü hızda gelişmeler yaşanıyor. “3. Dünya Savaşı” olarak nitelendirilen gidişat, yılın son dönemlerindeki gelişmelerle yeni bir aşamaya evrildi. 2017 yılı Kürdistan referandumu, sonrasında Kerkük ve diğer Kürt bölgelerine yönelik saldırılarla kapandı ve 2018 yılında Kürtlere karşı yeni bir saldırı dalgasına davetiye çıkarıldı. İran, Türkiye ve Irak yönetimlerinin ortaklaşmasıyla Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik gerçekleştirilen saldırılarda Kürtler, denetimlerindeki bölgelerin bir bölümünü kaybetti. Buna karşın Kürtlerin Kerkük başta olmak üzere söz konusu tartışmalı bölgelere yönelik hak arayışı devam ediyor. Kerkük ve Federe Kürdistan bölgesindeki saldırıları, 2018 yılının Ocak ayında Afrin’e yönelik saldırılar izledi.
Yıl Afrin’le açıldı
Kerkük’e yönelik saldırılar ile Afrin’e yönelik saldırılar arasında hem ciddi benzerlikler hem de kimi farklılıklar bulunuyor. Her iki saldırı dalgası da uluslararası güçlerin desteği ve onayı ile İran, Türkiye, Irak gibi bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirildi. Kerkük saldırısında Haşdi Şabi, Afrin’e yönelik saldırılarda ÖSO kullanıldı. Saldırıya uğrayan merkezlerin tamamı IŞİD tarafından tehdit edilen ve Kürtlerin savunduğu merkezlerdi. IŞİD’in yarım bıraktığı iş tamamlanmaya çalışıldı. Kerkük herhangi bir çatışma yaşanmadan Peşmerge tarafından teslim edilirken, Afrin’de hava saldırılarına rağmen iki ay boyunca ciddi bir karşı koyuş sergilendi. Her iki kent düşürüldüğünde, ilk olarak Demirci Kawa gibi Kürtlüğe dair semboller hedef alındı. 2019 yılına girerken de bir bütünen Rojava ve Federe Kürdistan bölgesi tehdit altındadır.
Kürt karşıtlığı politika
Yaşananların tamamı Türkiye’nin dış politika önceliğinin Kürtlerin bölgedeki kazanımlarını bertaraf etmeye odaklandığını ve askeri güç ile desteklenmiş bir politikayı esas aldığını gösteriyor. Suriye iç savaşı başladığında da “proaktif bir politikayı” yani müdahaleci bir politikayı esas alma fikrini dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ortaya atmış ve AKP adına bu politika yürürlüğe konulmuştu. Bu politika gereği bölgedeki her türlü silahlı muhalif grup desteklendi. Stratejinin amacı, Esad rejimini devirmek, Suriye’de Türkiye’ye bağımlı yeni bir rejim oluşturmak ve böylece Şam’daki statükoyu şeklen değişmiş bir biçimde sürdürmekti. Ancak strateji çöktü, Rusya’nın oyuna dahil olmasıyla birlikte silahlı grupların çoğu yenilgiye uğradı. Türkiye’nin gerçekleşmesinden en fazla korktuğu şey gerçekleşti ve Kürtler kendi bölgelerindeki denetimi ele geçirdi; üstelik alternatif bir sistem iddiasıyla Rojava’yı inşa etmeyi başardı. IŞİD, Kürtlere yenildi. Dolayısıyla işin faturası Davutoğlu’na kesildi ve Davutoğlu AKP siyaseti içerisinde tasfiye edildi. Ancak Davutoğlu eliyle yürütülen bu strateji daha sonra hedef ve biçim değiştirerek daha da derinleştirilmiş biçimde aynen sürdürüldü. Yeni hedef, gerekirse Esad rejimiyle ve destekçileriyle her türlü anlaşma yapılarak Kürtlerin kazanımlarını bertaraf etmekti.
İç-dış politika iç içe
Dış politika, ülkelerin değil iktidardaki grupların çıkarları üzerine kuruludur ve ilke ve ahlak ancak çıkarlara hizmet ediyorsa anlamlıdır. Dış politika ve diplomasi diye tanımlanan disiplin, diğer ülkelerle ilişkileri düzenlemek için yürütülen bir siyasi faaliyet alanıdır. Ancak, daha açık biçimde savaş süreçlerinde dış politika ve iç politika iç içe geçer. Ülkede yürütülen egemen siyaset dış politikayı, dış politika ise içerideki rejimi büyük oranda belirler. Bu iki siyasal alanın sınırları bu tür durumlarda muğlaklaşır. 1939 yılında Hitler ile başlayan ve 2. Dünya Savaşı’na neden olan dönemdeki gelişmeler de böyledir, 1. Dünya Savaşı’ndaki koşullar da böyledir. İçinde bulunduğumuz tarihsel dönemde sadece Türkiye’de değil hem bölge hem de dünya geleninde iç ve dış politika diye tarif edilen her iki siyaset alanın iç-içeliği bu gerçeği dışa vurmaktadır. Bu, dünya düzenin kendisini savaş ve otoriter anlayışı da yeni bir faşizm süreciyle tahkim ettiğini gösteriyor. 2018 yılında bölgede yaşananlar da dünya ölçeğinde karakter olarak birbirinin benzeri olan liderlerin hamleleriyle bir birlerini beslediklerini gösteriyor.
Öcalan’ın öngörüsü
Ortadoğu’da kurgulanan bu oyun için PKK Lideri Abdullah Öcalan’ı etkisizleştirme ve üzerinde katı bir tecrit uygulama politikası devreye konuldu. Zaten Ortadoğu müdahalesi de, uluslararası güçlerin Öcalan’ın devre dışı bırakılma hamlesiyle start aldı. Ancak, Öcalan’ın yarattığı fikir ve özgürlük idealini tasfiye etmek, kendisini devre dışı bırakmak kolay değildi. Yıllar içerisinde bölgeye ve Türkiye’ye dair bütün öngörüleri, siyasi tespitleri gerçekleşen Öcalan, ağır tecrit koşullarında olmasına rağmen, gelişen çatışma ve çelişkiler onun yarattığı siyasal çizgi ile bölgesel ve uluslararası statükocu güçlerin zora dayanarak dayattığı çizgi arasında süreklileşmeye başladı. 2015 yılından başlayarak devreye konulan, katılaştırılan tecrit ve bunun üzerinden şekillenen savaş ve çatışma konsepti fazlasıyla bu gerçeği gösterdi. Tecridin bir uluslararası politika olduğu, 2018 yılında AİHM’in İmralı’daki hak ihlallerini onaylayan kararı ile CPT’nin yaşananları görmezden gelmesi bir kez daha kanıtlandı.
Kürt dinamiği devrede
Kürt inkarı üzerinde şekillenen Skyes-Picot Anlaşması’nın 100. yılında temel bir güç olarak ortaya çıkan Kürt dinamiği, sadece bölgedeki dengeleri değiştirmek ve belirlemekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’de de temel bir siyasal belirleyen olarak orta yerde duruyor. AKP hali hazırda, darbe girişimini engellediğine, Kürtlerin mücadelesini bastırma yolunda önemli adımlar attığına, dominant ve belirleyici bir güç olduğuna inanıyor fakat gerçekten AKP’den geriye ne kaldı? Aslında Öcalan’ın dikkat çektiği “darbe mekaniği” yürürlükte ve bu mekanik AKP’ye müdahalede ciddi sonuçlar aldı. AKP başkalaşıma uğradı, MHP ile AKP arasındaki çizgi flulaştı, ortaya çıkan durum “iki parti tek çizgi” gerçekliğidir. 13 Mart tarihinde Meclis’te kabul edilen ve Cumhur İttifakı’nı hayata geçiren “seçim yasası”, AKP’nin MHP’ye teslim olmasının ilanıydı. Şu an görevde olan iktidar AKP-MHP iktidarı değil, AKP’yi teslim almış bir MHP iktidarıdır. 24 Haziran tablosu da MHP’nin kurguladığı bir neticedir.
24 Haziran seçimleri ve ‘yeni’ rejim
2018 yılında siyasetin gündemi seçimler, tek adam sistemi olarak nitelenen yeni Cumhurbaşkanlığı Sistemi, ekonomik kriz, Kürtlere ve demokratik kesime, muhalefete yönelik baskılar oldu. Muhalefetin diktatörlük dediği yeni sistem, yapılan seçimlerle yürürlüğe sokuldu. Fiili olarak uygulanan sistem, tüm kararları Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın verdiği bir yapı arz ederken, yargı, yasama ve yürütmeyi tek elde birleştiriyor. Muhalefet cephesine yoğun saldırı, tutuklama, tehdit eşliğinde girilen genel seçimlerde AKP yüzde 42 oy alarak yüzde 7 kayıp yaşarken, HDP tüm saldırlara rağmen yaklaşık yüzde 12 oy aldı. CHP oy kaybıyla yüzde 22 oy alırken, MHP yüzde 11, İYİ Parti yüzde 10 oy aldı. AKP, MHP ile Cumhur İttifakı adı altında seçime girdi. CHP ise İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti ile Millet İttifakı kurarak seçime girdi. Cumhur İttifakı %53,7, Millet İttifakı %33,9 aldı. Venedik Komisyonu ve uluslararası gözlemcilere göre seçim adil koşullarda yapılmadı. Cumhurbaşkanı seçiminde de ilkler yaşandı. İlk defa bir cumhurbaşkanı adayı cezaevinde seçime katıldı. HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, Edirne Cezaevi’nden seçim kampanyası yaptı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan %52 oyla ilk turda seçilirken, seçim üzerindeki şaibe kuşkusu giderilemedi. CHP’nin adayı Muharrem İnce %30, HDP’nin adayı Selahattin Demirtaş ise %8,5 oy adı. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ise %7,33 oy alarak hayal kırıklığı yaşadı. Bu sonuç sonrası İYİ Parti’de kriz yaşandı. Saadet Partisi adayı Temel Karamollaoğlu %0,9443 oy alırken, Erdoğan’ın ortaklarından Doğu Perinçek’in, kendisinin aday gösterilmesi için imza veren 100 bin kişiden bile oy alamaması dikkat çekti. %0,298 ile yüz binin altında bir oy aldı. Seçimlerden AKP-MHP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan kazanarak çıksa da Türkiye’nin krizi derinleşerek sürdü. Siyasal, sosyal, ekonomik, emek, toplumsal, ekoloji ve kadın konusu dahil birçok başlıkta ülke tarihinin en ağır krizlerinden birine girildi.
Savaşın faturası ağır
7 Eylül’de Tahran’da toplanan Astana bileşenleri, 17 Eylül’de Soçi’de varılan İdlib mutabakatı ve 27 Eylül’de İstanbul’da yapılan 4’lü zirve, mevcut dünya düzeninin Türkiye rejimine desteğini ifade eder. Zira Türkiye’nin uzun süre karşıtlık ifade ettiği ABD yönetimi de Türkiye rejimiyle tam uyum içindedir. 7 Haziran seçimlerinden hemen önce Minbic’de ortak devriye kararı alınması, yerel seçimler öncesinde ABD’nin Suriye’den çekilme kararı bu desteğin bir başka gösterenidir. Tabii burada uzun vadeli hesaplar vardır. Gerek ABD ve gerekse Rusya iç politikada Türkiye’deki rejime destek verirken, Türkiye toplumunu da büyük bir tehlikeye sürüklemektedir. Türkiye’nin Suriye savaşına daha fazla müdahil olması orta ve uzun vadede Türkiye halklarının yararına değil, zararınadır. Türkiye’ye yönelik olası bir müdahalenin alt yapısı hazırlanmaktadır. Yine bu desteklerle mevcut rejim güçlendirilirken, 2018 yılında patlak veren ekonomik kriz ve oynanan oyunun Türkiye halklarına çıkardığı faturalardan sadece birisidir. Bu politika Türkiye’deki demokrasi ve her türlü özgürlüğü berhava etti. Artık sadece Kürtler değil hakkını isteyen havaalanı işçileri ve en son Metin Akpınar ve Müjdat Gezen örneğinde olduğu gibi sesini çıkaran herkes hedeftir.
Öcalan’a tecrit ve Güven’in direnişi
DTK Eşbaşkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in eylemi yıl sonuna damga vurdu. Güven, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecride karşı tutuklu bulunduğu Diyarbakır Cezaevi’nde süresiz dönüşümsüz açlık grevine başladı. 1 Ocak itibariyle 55. güne girecek olan açlık grevi eylemi, diğer cezaevlerine, Avrupa’ya, Kürt bölgelerine yayıldı. 2019 yılına direniş gündemiyle giren demokratik güçlerin en önemli hedeflerinin başında tecridi kırarak Türkiye’nin önünde barış, demokrasi ve özgürlük yolunu açmak geliyor.
AİHM kararı ve ‘rehineler’
AKP iktidarının kararıyla HDP’nin eski Eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ, İdris Baluken, Ferhat Encu’nun olduğu 9 HDP’li vekil tutukluklarının ikinci yılını geride bıraktı. HDP’li vekillerin yargılamalarına ise siyaset damga vurdu. İktidarın doğrudan emriyle yapıldığı belirtilen tutuklamalar konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), “siyasi karar” diyerek Demirtaş’ın serbest bırakılmasını istedi. Tüm HDP’li siyasetçilerin siyasi talimatla tutuklandığını teyit eden AİHM kararı sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “AİHM kararı bizi bağlamaz. Hamlemizi yapar işi bitiririz” sözleri sonrası mahkeme AİMH kararına rağmen Demirtaş’ın tahliyesini reddetti. Ardından da istinaf mahkemesi Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in cezalarını onadı. İmralı Heyeti Üyesi Önder, tutuklanarak Kandıra Cezaevi’ne konuldu.
Özgürlük kazanacak
Mevcut rejimin Kürtlerle barışmaya ne niyeti ne de kapasitesi var. Olacak olan halkların kendi kurtuluşlarını kendilerinin gerçekleştirmesidir. Önümüzdeki yıllarda benzer saldırıların derinleşerek süreceği görülmektedir. Ancak bütün bu saldırılar en nihayetinde halkların özgürlüğü ile sonuçlanacaktır. Yeni ve alternatif olan kazanacak, özgürlük isteyen başarıya ulaşacaktır. 31 Mart seçimleri bu açıdan önemli bir dönemeç olacaktır. 2019 yılı umut vaadeden bir görüntü sergilemese de, Kürtler başta olmak üzere halklar kazanmaya en yakın oldukları dönemi yaşamaktadır.