Almanya’daki anketler ırkçı-faşist AfD partisinin ikinci büyük parti seviyesine geldiğini gösteriyor. AfD’nin böylesi bir toplumsal desteğe sahip olması, reformist solda paniğe yol açıyor. Yapılan tartışmalarda, yeni bir “faşist diktatörlük” tehlikesinin kapıya dayandığı ve bu nedenle “faşizme karşı burjuva-liberal kesimleri de içeren bir halk cephesi” kurulması gerektiği vurgulanıyor. Bizce asıl bu tartışma sol güçler açısından çok daha derin bir tehlikeyi içeriyor.
Almanya özelinde “Üçüncü Rayhın” ne olduğu konusunda geniş açıklamaya gerek yok. Kısaca değinmek gerekirse; faşizmi, tekelci burjuvazinin açık terörist kriz çözüm stratejisi olarak açıklayabiliriz. Sınıfsal tabanı fanatik-militan küçük burjuvazi ise, realize olan sınıfsal içeriği büyük kapitalist tekellerin açık diktatörlüğüdür. Siyasi karakteri, parlamentarizmi ve muhalefeti yok ederek, açık terör diktatörlüğünü kurmayı ve aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve militarizmle sınıf çelişkilerinin üstünü örtmeyi hedefler. Belirli bir süre ayakta kalabilmeyi ise, dayandığı küçük burjuva taban sayesinde sağlar.
Günümüz emperyalist merkezlerinde böylesi bir küçük burjuva kitle büyük ölçüde artık mevcut değildir. Kapitalist gelişmenin bugünkü aşamasında emperyalist merkezlerdeki toplumsal yapı çok büyük bir oranda işçi sınıfından oluşmaktadır. Ezici çoğunluğu proleterleşmiş olan toplumlarda hâlen belirli bir örgütlülüğe sahip emek hareketlerine karşı açık terörist yönetim oluşturmak olanaklı değildir. Yapılabilecek tek şey, emek hareketini sisteme entegre etmek, egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin sürdürülebilirliğine katkı sunmalarını sağlamaktır.
1933 benzeri bir açık faşist diktatörlüğün oluşturulması, bilhassa Alman burjuvazisi açısından sadece sınıfsal tabanın zayıflığı nedeniyle olanaksız değil, aynı zamanda gereksizdir de. Bir kere faşizm burjuvazi için, kendi hakim konumunu da tehlikeye sokabilecek, devrimci kalkışımları tetikleyebilecek ve kontrol edilmesi çok zor bir süreçtir. Faşizm, sınıf tahakkümünün iç ve dış koşullar nedeniyle sarsılması durumunda burjuvazinin başvuracağı “ultima ratio”, yani son çaredir.
İkincisi, günümüz Avrupa emek hareketi, topyekun yok edilmesinin olanaksız olmasının yanı sıra, burjuvazinin sınıf tahakkümünü tehlikeye sokabilecek güç ve kitlesellikteki devrimci bir kanata sahip değildir. Aksine, hem bölünmüş, hem sisteme entegre edilmiş, hem de ırkçı-milliyetçi vebanın etkisiyle zayıflatılmıştır. Üçüncüsü ise, 1914/18-1939/45 benzeri büyük bir dünya savaşı, olası tarafların nükleer cephanelerinin karşılıklı yıkıcı etkisiyle pek gerçekçi bir senaryo değildir ve tüm dünyayı yaşanmaz kılma potansiyeli, kapitalist krizden çıkış aracı olmasını engellemektedir.
Bu koşullar altına açık faşist diktatörlük emperyalist burjuvazi için, gerçekleştirilmesi olanaksız olduğu kadar, çözüm aracı olarak gereksizleşmiştir. Peki, AfD gibi ırkçı-faşist hareketlerin görevi nedir öyleyse? Etnik imtiyazlar ve emperyalist talandan pay verme vaadiyle, burjuva parlamenter sisteminin olanaklı olduğunca otoriter, baskıcı ve neoliberal hâle dönüştürülmesi için yerli işçi sınıfının büyük çoğunluğunun rızasını ve desteğini almak. O açıdan günümüz Avrupa’sında asıl tehlike açık faşist diktatörlüklerin kurulması değil, burjuva demokrasilerinin seçimlerle toplumsal meşruiyet üreten “demokratörlüklere” dönüştürülmesidir.
Avrupa solunun bu gelişmeye vermesi gereken yanıt, liberal-burjuva kesimlerle muğlak yapıda bir “halk cephesi” oluşturup, hep daha fazla tavizlere hazır olması değil, sınıf mücadelesini radikal biçimde yükseltmek, devrimcileşmek ve sınıfın geniş kesimlerinin çıkarlarını savunan gerçek alternatif hâline gelmektir. Aksi takdirde kapitalizmin değil, kendisinin sonunu hazırlayacaktır.