Türkiye’de tarih ve toplumsal siyaset birbirlerini şekillendiren iki olgudur. İmparatorluktan cumhuriyete geçişte, çok başarılı kurgulanmış bir tarih sunumu, aynı zamanda toplumun ortak değerlerini de biçimlendirir. Çok partili rejime geçildikten sonra genel bir tanımla sağcı partilerin her seçimden başarı ile çıkmalarının arkasındaki toplum yapısını irdelemekte fayda var.
20. yüzyılın ilk çeyreği, bütün Osmanlı ülkesinde, imparatorluğun tebaası olan bütün halklar için çok önemli ve yaşamsal fırtınaların yaşandığı bir dönem oldu. Kuzey Kafkasya’dan gelen Abhaz, Adige, Kabartay, Ubıh gibi Çerkez boyları henüz devletin himayesini yaşamamıştı. Açlık ve yoksullukla baş etmeye çalışmaktaydılar.
Balkan bozgunu kaybetmenin, yenilmişliğin, tükenmenin bir diğer boyutu olarak toplumda psikolojik bir yıkım yaratırken, yerini, yurdunu, işini, kurulu düzenini bırakıp yollara düşen, hırpalanan, örselenen, en önemlisi de moral çöküntüsü yaşayan onca insanın ikameti, barınması, doyması yıkılma aşamasına varmış bir devletin karşılayabileceği şeyler değildi.
***
‘Agos’ gazetesi kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 tarihinde, gazetesinin önünde öldürülmesinin ardından gazeteci Robert Fisk bu cinayeti 1,5 milyon + 1 olarak tanımlamıştı. Burada Ermeni Soykırımı’nda katledilen 1,5 milyon insandan sonra, bir Ermeni aydının daha aynı saiklarla öldürüldüğü vurgulanmaktaydı.
Gerçekten de Dink’in katline giden süreç incelendiğinde bu tanımın gerçekliği su götürmez. Ancak konuya Türkiye tarihi bağlamında baktığımızda aynı 1,5 milyona ekleyebileceğimiz pek çok kurban olduğunu da görebiliriz.
Örneğin 15 kara saplı bıçak ile katledilip Karadeniz’in karanlık sularına atılan komünist 15’leri anabiliriz. Dersim dağlarında bombalanan, mitralyöz ateşleri ile zehirli gazla topluca katledilen binlerce insanı anabiliriz.
Van Özalp’ta ‘33 kurşun’ olarak zihnimize kazınan katliamı, Maraş’ta öldürülen yüzlerce Alevi’yi, 1977 1 Mayıs’ında yitirilen canları, Sivas Madımak Oteli’nde vahşi bir kitlenin ateşe verdiği insanları, Roboski bombalamasında yitenleri, Suruç ve Ankara katliamları kurbanlarını da hesaplamamız gerekiyor.
Kurbanlar Ermeni, Süryani, Kızılbaş, Kürt, Alevi, sosyalist, Arap olarak farklı zamanların ötekileştirilenlerinden oluşan bir çeşitlilik gösteriyor. Aynı şekilde Topal Osman misali yerel çetelerden ülkücü güruhlara, MİT, CIA ajanlarından JİTEM hücrelerine, itirafçılara, IŞİD militanlarına kadar tetikçiler de çeşit çeşit. Ancak tüm bunları Ankara’da, kapalı kapılar ardında tertipleyen, tezgâhlayan, sonuçlarını değerlendiren ve yönlendiren fail hep aynı kaldı.
Fail bu suçlarına toplumsal destek sağlamak üzere basını koordine eden, cezasızlığı sağlamak üzere yargıyı adaletin değil de ‘milli çıkar’ların hizmetinde konumlandıran, çıkardığı yasalarla faşizmi milli bir iklim haline getiren, ülkenin egemeni konumundan asla geri adım atmadı.
Soykırım gibi ağır bir suçun üzerinde temellenen yapının, tarihi boyunca bu suç mahallinden uzaklaşamadığı, zaman yolculuğunda uğradığı duraklarda suçunu güncellediği yaşanarak deneyimlenmiş bir gerçek olarak duruyor karşımızda. ‘Suruç Aileleri İnisiyatifi’nin 10 Şubat Pazar günü yaptığı sempozyum, meselenin bu boyutu ile değerlendirilmesi gereğini yalın bir şekilde ortaya koyacak veriler sundu. Ülkede hiçbir vahşet tekil bir suç değil, ilmek ilmek örülen siyasi ve ahlaki iklimin farklı bir tezahürü.
***
Günümüzün en önemli özelliği ise bu bir asırlık devlet politikasının ilk kez bu denli açık, bu denli insanların gözüne sokulacak şekilde uygulanması. Bu cüretin arka planında ise izlenen siyasetin küresel ölçekte kabul görmesi var. AİHM yargıçlarının Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlalleri karşısında üç maymunu oynaması, Roboski başvurusunun ardından Cizre bodrumlarında yaşanan insanlık dramını görmezden gelmesi ancak bu baskı ve şiddet ikliminin, henüz kendi ülkelerinde olmasa da Türkiye’de desteklendiği anlamını taşıyor.
Bizim çıkaracağımız ders ise yoldaşından başka kimseye, hele hele Avrupa’ya asla güvenmemek olmalı. Bu dersi 1885 yılında Vanlı Khrimyan Hayrig’den dinledik de aydığımızı, uyandığımızı ne yazık ki söyleyemiyoruz.