Hapishanelerdeki infaz rejiminin niteliğini sınıflar arasındaki güç dengesi ve mücadelenin düzeyi belirler. Bu aslında kapitalizmin ilk dönemlerinden başlayarak böyle olmuştur. İlk hapishane, 1596 yılında Amsterdam’da açılan Rasphuis’dur. Fakat hapsederek, hapsetmenin çeşitli biçimlerini geliştirerek ve cezalandırmayı “modern devletin” tekeline alarak sistematik bir niteliğe kavuşturmak, 18. yüzyılın sonu 19. yüzyılın başlarına denk gelir. Öncesinde vergisini ödemeyen, feodal devletle şu ya da bu şekilde çelişen köylüler, lonca sistemini delen işçiler, despotluk düzenine başkaldıran herkes cezalandırmanın türlü yöntemleriyle kontrol edilmeye çalışılıyordu.
O dönem burjuvazi de feodal sistemin önüne koyduğu engellerin aşılması noktasında emekçi sınıflarla işbirliği yapıyor ve cezalandırma sistemine karşı ortak bir tutum takınıyordu. Fakat sanayi devrimi ve kapitalizmin bütünlüklü bir üretim sistemine dönüşmesiyle birlikte artık emekçi sınıfları kontrol etmesi gereken sınıf, burjuvazi oldu. O noktada hapishane hem işçi sınıfını denetim ve kontrol altına almanın hem de gözdağı vererek genel bir toplumsal düzen yaratmanın önemli simgelerinden birine dönüşmeye başladı.
Türkiye’deyse hapishaneyle sınıf mücadelesi arasındaki ilişki her zaman dolaysız olmuştur. Bu dolaysızlık, hapishaneye aynı anda birkaç işlev yüklenmesiyle birleşir. Hapishaneler, öncelikle düzenin çarkına çomak sokanların mücadelelerinden alıkonduğu mekanlar olarak tasarlanmıştır. Oralara kapatılan öncü kesimlerin iradesinin kırılması için yapılmayan kalmamıştır. Bu açıdan da Türkiye’deki hapishaneler aslında iki sınıf arasındaki irade çatışmasının en keskin biçimiyle yaşandığı mekanlardır. Sorun hep “Öncü güçlerin iradelerinin kırılması, dışardaki umudun kırılmasıdır” bağlantısı içinde ele alınmıştır. Sadece umudun kırılması da değil, aynı zamanda estirilen zulmün altı özellikle çizilerek bir korku simgesi olarak işlev görmeleri istenmiştir.
Öncesi bir yana ‘80’ler, ‘90’lar ve bugün 22. yılına giren 19 Aralık katliamı bu bağlantılar içinde anlam kazanır. 19 Aralık’la sınıf mücadelesi arasındaki ilişki o kadar dolaysızdır ki, Ecevit bunu “F Tiplerine geçemezsek IMF programını da uygulayamayız” sözleriyle özetlemişti. Bu büyük katliam büyük bir direnişle karşılansa da sonrasında hangi toplumsal sonuçlara, devrimci hareket için ne tür kırılmalara neden olduğunu yaşayıp gördük. Nitekim Türkiye’de neoliberal vahşetin zincirlerinden boşalması bu kırılmayla doğrudan ilişkili oldu.
F tipleri böylesine sıçramalı bir geçişin nirengi noktası oldu. Koğuş sistemindeki bir aradalık, komün yaşamı, birbirinden güç alma, birbirini zenginleştirme, mekânsal dönüşümle yok edilmek istendi. 3 kişilik, tek kişilik hücrelere konulan devrimci tutsaklar, özel infaz rejimiyle bir enkaza dönüştürülmek istendi. Ama direnişin tarihsel belleği, geleneksel kökleri o duvarları, dayatılan infaz rejimini bir süre sonra nispeten işlevsizleştirdi.
Bu yıllar boyunca İmralı’daki özelleştirilmiş katı tecrit hep “özelleşmiş” kaldı. Fakat şimdi bu özellik İmralı’da daha katı biçimlerle sürdürülürken tüm hapishanelerdeyse F Tiplerini bile aratacak yeni bir saldırı stratejisiyle genel bir infaz rejimine dönüştürülmek isteniyor. Hücrelere konulan tutsakların kendilerini bir başına ve çaresiz hissetmeleri için her yol deneniyor. Ani sürgünlerle ailelerinin-arkadaşlarının ulaşması güç yerlere dağıtılıyorlar. Onlara para yatıran kişiler, kapıları balyozlarla kırılarak, özel bir terör estirilerek gözaltına alınıp sorgulardan geçiriliyor. Arkadaş görüş hakkı, kitap, gazete, iletişim olanaklarının hemen hepsi fiilen ya da resmi olarak gaspediliyor. İnfazları dolan tutsaklar “fazla su harcamak” gibi akıldışı bahanelerle tahliye edilmiyor. Hasta tutsaklara “ölsünler” muamelesi yapılıyor. İnfazı dolup çıkabilenler uyduruk soruşturmalar bahane edilerek yeniden tutuklanıyor. Eza çektirmenin sayısız yöntemiyle tutsaklar adeta intihara sürükleniyor. “Buradan çıkamazsın” duygusunun oluşması için her şey yapılıyor.
İmralı modelinin tüm hapishanelere başka biçimlerle uyarlanması anlamına gelen bu özelleştirilmiş saldırıda son nokta, Alman Kızılordu Fraksiyonu militanlarına uygulanan beyaz ölüm ya da Kaliforniya’daki Pelican Bar Hapishanesi modelidir. Kızılordu liderlerinden Ulrike Meinhof, bu katı tecrit koşullarında bir insan sesi duyabilmek için gardiyana çekçek sopasıyla saldırır hale gelir. ABD’nin Kaliforniya Eyaleti’ndeki Pelican Bar Hapishanesi ise tüm hapishane tarihinin, cezalandırma yöntemlerinin sentezlendiği en üst modellerden biridir. Burada mahpus hiçbir insan sesi duyamaz, her şey elektroniktir.
Meinhof’un yoldaşlarından Birgit Hogefeld bu katı tecridi şöyle tasvir eder: “Tecrit insanlarda, (tutsakta), başka insanlarla hiçbir zaman birlikte olamayacaksın, sadece kendinle yalnız kalacaksın etkisini uyandıran bir olgudur. Örneğin insanlar, ruh halini ve duygularını ancak başka insanlarla birlikte gerçekleştirebilirler, kendini insan olarak ifade edebilmen için, yanında bir başka insanın olmasına ihtiyacın var.”
İmralı’da yıllardır uygulanan, son 2 yıldır daha da katılaştırılan bu infaz rejimiyle dışardaki sınıf mücadelesi ve sistemin tahayyül ettiği toplumsal gerçeklik arasında dolaysız bir ilişki vardır. Bu ülkede “19 Aralık öncesi ve sonrası” vardır. O katliamın ardından toplumsal yabancılaşma her açıdan derinleştirildi. Taşeronlaştırmayla başlayan süreç güvencesiz, esnek-kuralsız çalışmanın türlü biçimlerinin devreye sokulmasıyla pekiştirildi. Üretim gibi işçi sınıfı da atomize edildi. Özelleştirmeler hız kazandı, aklımıza gelebilecek her türlü toplumsal ihtiyaç ticarileştirildi. Tüketimin kışkırtılması için her şey yapıldı. Emekçiler geleceklerinden yiyerek çılgın bir tüketim seferberliğinin parçası haline getirildi. Örgütsüzleştirme ve sayısız ideolojik-siyasi tahakküm biçimiyle iç içe geçen bu sürecin saymakla bitmeyecek sonuçları var ve yaşamaya devam ediyoruz.
Bugün o sonuçlar, sistemin her açıdan debelendiği krizin yarattığı toplumsal öfkenin frenlenmesine yetmiyor. İşçiler, maden patronlarının karşısına dikilen köylüler, sesleri bastırılmayan kadınlar, gelecekleri çalınan gençler, eridikçe eriyen orta sınıflar… sistemle şu ya da bu şekilde karşı karşıya geliyor. Hapishane artık sadece devrimci güçler ve yakın çeperleri için değil, direnen tüm toplumsal kesimlerin gidebileceği bir mekana dönüşüyor. “Silivri soğuk” tekerlemesinin de korku yaratamadığı bir gerçeklik var karşımızda. Dünyadaki isyan ve direniş dalgasıyla birleşen bir gerçeklik… Tam da bu noktada Soylu’nun deyimiyle hapishaneler üzerinde özel bir ekip çalışma yapıyor, strateji geliştirip uygulamaya sokuyor.
Acizleştirme, yalnızlaştırma, kimsesizleştirme, insan sesine, kitaba hasret bırakma, umut etmekten vazgeçirme şeklinde özetleyeceğimiz bu stratejiyle dışarda daha soğuk bir yabancılaştırma, hücreleştirme saldırısı planlanıyor, bu icra da ediliyor.
Sözün kısası, hapishaneler sorunu dünden daha fazla dışarısıyla özdeşleşmiştir. “İçerde dışarda hücreleri parçala!” sloganı dünden daha fazla sahici bir karşılıkla önümüzde duruyor.