İşler yolunda gitseydi bu hafta yılın en büyük sinema olayını, Cannes Film Festivali’ni konuşuyor olacaktık. Şık tuvaletli kadınlarla koyu renk takım elbiseli erkeklerin -her gün yenilendiği söylenen- kırmızı halı üzerinde vereceği pozlar, ilk kez görücüye çıkan filmler, vitrine konulan birkaç Hollywood yıldızı, sahilde cirit atan spor arabalar, metrobüs uzunluğunda limuzinler vs. gözümüze sokulacaktı.
Dünyanın her yerinden sinemacılar, gazeteciler, magazinciler, şöhret hayali kuranlar, bu hayali satanlar, cebi şişkin meraklılar ve daha birçok kesimden oluşan on binlerce ziyaretçi, Mayıs ayının bu günlerinde uçaklara atlayıp -bir kısmı özel uçağıyla- Cannes sahillerine akacak, sosyal medyada milyonlarca selfie paylaşılacaktı. Çoğunluğu tek bir film dahi izlemeden (çünkü adı film festivali ama Cannes’da film izlemek her faniye nasip olacak bir şey değil) 3-4 gün takılıp aynı uçaklara binip evlerine dönecekti. Ve nihayet, dev bütçeli yeni filmler için milyarlık anlaşmalar imzalanacak, kodaman yapımcılar becerikli yönetmenlerle el sıkışacak, önümüzdeki bir sene boyunca hangi filmleri tüketeceğimize karar verecekti.
Ama olmadı işte, virüs belası sinema ve magazin dünyasını bu pahalı eğlenceden mahrum bıraktı. İşler “yolunda” gitmedi yani, peki bugüne kadar yolunda mıydı acaba? İster sinema ister tüketim açısından bakalım, bu işte bir terslik yok muydu? Dünyanın çivisinin çıktığı, eski normalin bize bu kadar uzak gözüktüğü bir dönemde, sinema sektörünün bu ‘normalite’sini de masaya yatırmayacak mıyız? 10 dakika aradan sonra aynı bayat filmi izlemeye devam mı?
Beş on tane yeni film izlemek ve açılış kapanış partilerinde kadeh tokuşturmak üzere Londra’dan Hong Kong’a veya Venedik’ten Toronto’ya uçmanın yerküreye maliyeti ile insanlığa faydasını yan yana koyup tartmak için bundan daha iyi bir fırsat bulmak zor. Gel gelelim yazılıp çizilenlere bakılırsa, sinema camiasının bunu sorgulamak bir yana bir an önce o eski güzel günlere dönmenin hasretini çektiği anlaşılıyor. Eleştirmenlerin ezici çoğunluğu adeta yas içinde, Cannes’daki bu gösteriş budalalığı olmaksızın sinema var olamazmış gibi bir hava esiyor. Salgın sonrası ‘eski normal’e dönmenin gaflet olacağı üzerine o kadar laf sarf edilirken, sinema sektörünün patronları gibi eleştirmenlerin de karalar bağlaması, mevcut sisteme bu denli gönülden bağlı olmaları üzerine kara kara düşünmek gerekiyor.
Bir sinemacı için filmini Cannes gibi bir festivalde açmanın cazibesi, cazibe ne kelime nasıl büyük bir talih kuşu olduğu, yüzlerce gazetecinin buradan ekmek yediği, vs. herkesin malumu. Dört gözle beklenen bir filmin ilk izleyenleri arasında olmanın, Croisette Bulvarı’nda gezinmenin, öyle ya da böyle o nümayişe katılmanın keyfine de diyecek yok, allah için. (Bunları küçümsemek için değil, uzun yıllar sayısız festival dolaşmış biri olarak söylüyorum.) Fakat yaşayan sinemanın nabzı, sanıldığı gibi bu tür film ‘fuarlarında’ atmıyor, atmamalı. Büyük ciroların konuşulduğu, stüdyo sisteminin tahkim edildiği organizasyonlar, eğlence endüstrisinin çarklarını döndürebilir ancak, sinema sanatının değil. Bir avuç sinema profesyonelinin -ki genelde farklı festivallerde hep aynı yüzleri görürsünüz- yılın 365 günü dünyayı turlayıp durmasının da karbon ayak izi bırakmak dışında bu sanata herhangi bir katkı sağladığı çok şüpheli.
Salgının sinemaya da darbe indireceği, zaten ayakta zor durabilen bir çok bağımsız sinema salonunun kapanma riskiyle karşı karşıya kalacağı, film yapmanın daha da zorlaşacağı aşikâr. Ne ki kriz sadece burada değil hayatımızın tam göbeğinde; salgın da geçici bir kaza değil, kalıcı bir hastalığın semptomlarından biri. Her şeyi olduğu gibi, sinemanın egemen üretim ve tüketim biçimlerini de şimdi sorgulamazsak eğer, yeni tip Corona virüsünün sunduğu fırsatı heba etmiş, onu sadece sermaye kesiminin eline teslim etmiş oluruz.
Online izleme platformalarının egemenliği salgın öncesinde başlamıştı zaten, çoğu film hem festivalleri hem de salonları es geçerek direk oradan yayınlanmaya başlamıştı. Salgının bu süreci hızlandırdığı, daha da hızlandıracağı belli. Salonda yan yana film izleme kültürüne sahip çıkmak gerekiyorsa da, bir zaman sonra bunun gramofondan müzik dinlemek gibi nostaljik bir şeye dönüşme ihtimalini de unutmamak gerekiyor.
Burada konumuz festivaller olduğu için, oradan örnek verelim: Belgesel, kısa film, animasyon gibi alanlarda uzmanlaşan büyüklü küçüklü festivallerin yeni duruma daha kolay uyum göstereceği anlaşılıyor. Bu kulvardaki birçok etkinliğin sürece hızlıca ayak uydurmakta şimdiden başarılı olduğunu görüyoruz. Bu festivallerin post-corona döneminde eski geleneksel formlarını dijitale doğru genişleteceklerine, sadece o kentte yaşayanlara ya da konuk olanlara değil dünyanın her yerindeki seyirciye seslenmenin avantajını kullanacaklarına kuşku yok.
Sanal iletişimin hiç tahmin edemeyeceğimiz avantajlarını da keşfediyoruz bu sayede. Mesela, filmi Netflix’te gösterime girdikten sonra onlarca online söyleşi yapan bir belgesel yönetmeni, seyirciyle Zoom’da buluşmayı daha samimi bulduğunu söylüyordu geçenlerde. Çünkü salonda sahneye çıktığında ön sıralarda değilse soru soranların yüzünü göremiyorsun, diyor. Oysa Zoom’da konuştuğun insanın yüzünü ve tepkilerini yakından görebiliyorsun.
Bu mevzu üzerine kafa yorarken, Edgar Morin’in hayatın her alanında şiar edinebileceğimiz şu sözleri yetişti imdadıma:
“Bütün insani şeylerde mevcut olan trajedinin, tesadüfiliğin, belirsizliğin tam bilinci beni umutsuzluğa sürüklemedi. Tersine, zihinsel emniyeti riskle değiş tokuş etmek insanı diriltir, çünkü böylece bir şans elde etmiş oluruz. Karmaşıklığın çoksesli gerçekleri insanı coşturur ve benim gibi kendilerini kapalı düşünce, kapalı bilim, sınırlandırılmış, sakatlanmış, kibirli gerçekler içinde boğulmuş hissedenler beni anlayacaklardır. Her şeyi açıklayan şiarlardan, her şeyi çözdüğünü sanan sözlerden kurtulmak ferahlatıcıdır. Nihayet dünyayı, hayatı, insanı, bilgiyi, eylemi açık sistemler olarak anlamak ferahlatıcıdır. Ruhumuzdaki ve hayatımızdaki bu ilksel yara, dipsizliğe ve hiçliğe açılan bu çatlak, hayatımızın ve ruhumuzun arzulayan nefes alan, yiyen, içen ve öpen, aç susuz ağızdır aynı zamanda.”*
*Yitik Paradigma: İnsan Doğası,1973, Edgar Morin, Çeviren: Devrim Çetinkasap, 2010, İş Bankası Yayınları.