Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC), Küresel Haklar Endeksi 2024 raporunu geçtiğimiz hafta içinde yayımladı. İlki 2014 yılında yayımlanan rapor, ülkeleri uluslararası hukukta kabul görmüş sendikal hak ve özgürlükleri içeren normların hükümetler ve işverenler tarafından ihlal edilip edilmediğini değerlendiriyor. Türkiye, 2016’dan bu yana hakların en çok ihlal edildiği, başka bir ifadeyle “işçiler için çalışma koşullarının en kötü olduğu” 10 ülke arasında yer alıyor. 2024 raporunda da bu “gelenek” bozulmadı; Türkiye 8 yıldır olduğu gibi yine, 151 ülke arasında hak ihlallerinin en yüksek olduğu ve sistematik hale geldiği 10 ülke arasına girdi.
2024 Endeksi, dünyada genel olarak emekçilere yönelik hak ihlallerinin arttığını gösteriyor ve pek çok ülkede demokratik değerlerin, temel hakların kötüye gittiğini ortaya koyuyor. Rapora göre endeksin en kötü ülkeleri arasında yer alan Türkiye’de sendikal faaliyetler ve örgütlenme hakkı yıllardır sistemli bir biçimde -şiddet de kullanılarak- engelleniyor. Sendikacılar ve hak mücadelesi yürüten işçiler, asılsız suçlamalarla kolluk güçlerinin şiddetine maruz kalmanın yanı sıra yargılanıyor, tutuklanıyor. Öte yandan işverenler, yandaş olmayan sendikalarda örgütlenmek isteyen işçilere baskı uyguluyor ve işten çıkarıyor.
ITUC’un raporunda Türkiye ile birlikte hak ihlallerinin en yüksek olduğu diğer ülkeler şunlar: Bangladeş, Belarus, Ekvador, Eswatini, Filipinler, Guatemala, Mısır, Myanmar ve Tunus. Türkiye ve diğer 9 ülkenin en önemli ortak özelliği, küresel üretim zinciri içinde, ucuz işgücü sayesinde var olmaya çalışmaları. Öte yandan “otoriter rejimler tarafından yönetilmeleri ve buna bağlı olarak demokrasinin, hukukun, insan haklarının ve beraberinde sosyal ve siyasal hakların en zayıf olduğu ya da hiç olmadığı ülkeler olması” da yine bu ülkeleri ortak bir noktada buluşturuyor. Örgütlenmeye çalışan işçilerin işten çıkarıldığı, grevlerin yasaklandığı, sendikacıların yargılandığı, hakkını arayan işçilerin şiddet gördüğü bir ülkede “ücretlerin emeğin karşılığı olması ya da enflasyon karşısında satın alma gücünü koruyabilmesi, emekçilerin insanca koşullarda çalışması, işçilerin sağlığını koruyacak önlemlerin alınması” mümkün mü?
Elbette değil. Hal böyle olunca, dünyanın en berbat 10 ülkesinin ortak yönleri onları, dünyada gelir eşitsizliğinin, yoksulluğun, yolsuzluğun ve iş cinayetlerinin en yüksek olduğu ülkeler arasında da en ön sıralarda bulunmasına neden oluyor.
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihi, bu hazin tabloyu hak etmeyecek bir geçmişine sahip; Osmanlı’dan bu yana sürekli baskı altında bulunsa da belirli dönemlerde işçi sınıfının politik bir özne haline geldiğini düşündüren mücadele süreçleri de olmuş. Bunlardan en önemlilerinden biri kuşkusuz, üzerinden tam 54 yıl geçmiş olan 15-16 Haziran direnişi.
15-16 Haziran direnişi, 1970 yılında sermayenin talebi doğrultusunda Meclis’teki iki büyük partinin (AP ve CHP) sendika yasalarında işçilerin sendika seçme ve değiştirme hakkını engelleyen bir yasal düzenleme yapmasıyla başlıyor. Yasa değişikliğiyle yükselmekte olan işçi sınıfı hareketi ve özellikle de DİSK’in örgütlenmesini ve faaliyetlerinin engellenmesi amaçlanmış. İşçiler sendikalarına ve haklarına sahip çıkmak için 15-16 Haziran’da başta İstanbul olmak üzere Ankara, Adana, Bursa ve İzmir’de gerçekleştirdikleri eylemlerle, sermayenin isteğiyle yapılan yasal düzenlemeyi geri aldırmış.
15-16 Haziran’ın 54 yıldır hatırlarda kalmasının en önemli nedeni, örgütlenme hakkı olmadan ekonomik ve sosyal hakların alınamayacağı ya da var olan hakların korunamayacağının bilincine varılarak, işçi sınıfının örgütlenme hakkı için bu mücadeleyi/direnişi gerçekleştirmiş olmasıdır.
Sendikaların planlayarak işçiyi yönlendirmek yerine işçinin sendikayı harekete geçirdiği bir eylem olan 15-16 Haziran direnişi, 1970’li yıllar boyunca artarak güçlenen işçi sınıfı mücadelesinin dinamosu olmuştur. 15-16 Haziran direnişiyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfının gerçek gücü sermayeyi ve onun siyasi temsilcilerini ürkütmüş; akabinde 12 Mart 1971 darbesiyle işçi sınıfının önü kesilmeye çalışılmıştır. Oysa bu direniş sayesinde “doğru mücadele yollarını kullanırsa haklarını korumak ve yeni haklar elde etmek için yasaları dahi değiştirebileceğini” gören işçi sınıfı darbeye rağmen mücadelesini sürdürmüş ve -1980 darbesine kadar- önemli haklar elde etmiştir.
12 Eylül darbesiyle büyük ölçüde sindirilen işçi hareketi, darbe rejiminin baskıları ve yanı sıra üretim sürecinde örgütlenmeyi engelleyen esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin emeğin yapısında neden olduğu değişimle büyük ölçüde zayıflatmıştır. Bu süreçte sınıf perspektifinden tamamen uzaklaşarak sermaye ve siyasi iktidarla uzlaşma siyaseti izleyen sendikalar da işçi sınıfından ve mücadeleden tamamen uzaklaşmıştır.
12 Eylül darbe rejimi ve bugün onun şekil değiştirmiş hali olan saray rejiminin işçi sınıfını baskı altına alarak ülkeyi getirdiği nokta, ITUC’un raporunda da belirlendiği gibi “işçi haklarının, çalışma koşullarının ama aynı zamanda demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, siyasal ve sosyal hakların, gelir eşitliğinin dünyada en kötü olduğu ülkeler arasındaki yerdir!
Bunun en önemli nedeni kuşkusuz işçi sınıfının politik özne olma ufkunu tamamen yitirmesi ve sınıf hareketinin etkisiz hale gelmesidir. İşçi sınıfı, tüm çarpıtmalara, yok sayılmalara karşın kapitalist üretim sistemindeki nesnel ve öznel varlığını sürdürmektedir. Ancak bunun işçi sınıfı tarafından anlaşılması ve güçlü bir mücadelenin başlatılması için -Kürt halkının Hakkari’de kayyuma karşı gösterdiği direnişin bir benzeri olan- “15-16 Haziran direniş ruhu”nu canlandırılması gerekir.