Doktor Samet Mengüç, Erdoğan’ın sözlerinin ardından, iktidara yakın hekim ve sağlık çalışanlarının da 14-15 Mart grevine ciddi bir katılım göstermesi yönünde beklentileri olduğunu söyledi
Derya Doğan
2002 yılında hayata geçirilen Sağlıkta Dönüşüm Programı ile özlük hakları eriyen sağlık çalışanları, pandemi sürecinde artan iş yükü ile de tükenme noktasına geldi. Gelecek kaygısı nedeniyle hekim göçünde büyük bir artışın yaşandığı dönemde, AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çalışmak için yurt dışına giden hekimleri hedef aldığı ‘Varsın gidiyorlarsa gitsinler’ sözleri ise büyük tepkiyle karşılandı.
Hekimler ve tüm sağlık çalışanları, 14-15 Mart’ta ülke genelinde yapılacak grevle, emekliliğe yansıyacak temel bir ücret, sağlıkta tırmanan şiddete karşı etkin bir yasa çıkarılması ve Kovid-19’un meslek hastalığı sayılması gibi başlıca taleplerini dile getirecek.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi eski üyesi ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Parti Meclisi (PM) üyesi Dr. Samet Mengüç ile sağlık politikalarını ve 14-15 Mart grevini konuştuk.
- Öncelikle güncel gelişmelerden başlayalım… Cumhurbaşkanının hekim göçüne ilişkin sözleri bir süredir gündemi meşgul ediyor. Sağlık emekçileri başta olmak üzere pek çok kesimden Erdoğan’ın sözlerine yanıt geldi. Siz bu çıkışı nasıl karşıladınız?
Hekimler açısından bir cumhurbaşkanı tarafından dile getirilmesi ve bu şekilde dile getirilmesi çok üzücü bir tablo. Ama birey olarak sorarsanız benim çok yadırgadığım, beklemediğim bir şey değildi. Recep Tayyip Erdoğan, kendi kişiliğine ve yapısına uyumlu bir açıklama yaptı. O açıdan sürpriz olmadı. Şimdi, niye öyle bir açıklama ihtiyacı duydu? 20 yıldır eleştirdiğimiz Sağlıkta Dönüşüm Programı dediğimiz sağlık politikalarının, eninde sonunda toplumu buraya götüreceği zaten önceden biliniyordu. Çünkü bunların hepsi uluslararası alanda denenmiş. Dünya bankası ve IMF’in bir projesi. Bir getiri alanı burası, sağlık politikaları özelleştirilir, özele peşkeş çekilir ve sonuçta buraya varacağı da biliniyordu. Nihayetinde bu sağlık politikalarının iflası aşamasına gelindi artık. Tüm kamuoyu tarafından da bu politikaların uygun olmadığı görüldü. Sağlık çalışanları açısından ise artık katlanabilir bir süreç değil. Gelecek kaygısı, liyakatin ve bilimselliğin olmaması, tıp eğitiminin dejenere hale gelmesi nedeniyle başta hekimler, buradan daha iyi, bilimsel bir tıp eğitimini ve sağlık çalışma ortamını bulmak için ciddi anlamda yurt dışına göçe başladılar. Bu sayıların arttığı dönemde, Cumhurbaşkanı da her zamanki kendi üslubuyla liyakati, yeterliliği, niteliği asla önemsemeyen bir yaklaşımla, popülist bir yaklaşımla bunu dillendirmiş oldu.
- Erdoğan, bu açıklamayı yaparken ‘Bizler de yeni bitiren doktorlarımızı buralarda istihdam ederiz’ diyerek, yeni mezun hekimleri işaret etti. Bu açıklama nitelikli sağlık hizmeti açısından ne anlam ifade ediyor?
Eşyanın tabiatına aykırı bir şeydir bu. Beş yıllık uzmanlık, hatta 6 yıllık, yan dalı da katarsanız, 10 yıllık ayrıca bir eğitim ile sahip olacağınız vasıf ve nitelikleri, yeni mezun bir hekimden bekleyemezsiniz. Böyle bir dünya yok. Dünyanın hiçbir yerinde de yok. Ama şu vardır, yaptılar daha önceden; çalışmanın içerisinde bulunmayan insanlara bir takım yayınlar atfederek hızlı bir şekilde akademik kadrolar verildi. Doçent yapıldılar. Hatırlarsanız bir dönem “uçan profesörler” kavramı diye bir şey kullandık. Yani üniversitelere hiç gitmeden, bir kadro tahsis edilerek belirli sürelerde, bunlara profesör unvanları verildi bu ülkede. Ha beklenir mi bu iktidardan? Beklenir. Bir kanun çıkarır her şeyi yapar. İki yıldan sonra doçent derler, dördüncü yılda da profesör unvanını verir. Ama gerçekten de o unvanın sahip olması gereken nitelik ve kriterlere sahip mi bu insanlar? Olamaz, mümkün değil.
‘İnfial ile karşılandı’
Tıpta, sadece zamanı doldurmak için değil, bu süre içinde sürekli bir eğitim içerisindedir insanlar. Pratik içindeler, gözlemci olma süreçleri vardır. Gözlemciler refakatçi olarak birtakım gelişimsel tıp uygulamalarına katılır. Cerrahi girişimler yapılır ve ondan sonra bir vasfa gelir ve uzmanlık kurumu bunun için kurulmuştur zaten. Ama iş siyasi olduğu zaman, bir fırsat bulup, bağırıp çağırmayı bir marifet sanan bir yönetim anlayışıyla gündeme getirilmiştir bu mesele. Tabii, 14 Mart arifesine gelmiş olması da, zaten tepkili olan başta hekimler olmak üzere tüm sağlık emekçileri tarafından da bir infial ile karşılandı.
- Peki, sağlık sisteminin ‘iflas’ noktasına gelmesi, iktidara yakın ve TTB’ye mesafeli duran sağlık çalışanlarını ne yönde etkiliyor?
Siyaseten bugüne kadar AKP iktidarının yanında yer alan sağlık çalışanları ve hekimlerin büyük bir kısmı, böylesine talihsiz bir açıklamadan sonra ciddi bir tepki eğilimine girdiler. Mevcut TTB anlayış ve yönetimine mesafeli duran birçok insan da bu aşamada iktidara tepkili. O da ayrı bir konu. TTB’ye korkarak yaklaşıyorlar çünkü sürekli ötekileştiren, illegal bir yapıya büründürmeye çalışan bir iktidar söylemi var. İnsanlar gelecek kaygısı, iş korkusu yaşıyor. İktidarın bu yaftalamaları nedeniyle TTB’den uzak görünmeye çalışıyorlar ama özde, hekim kitlesinin büyük bir kısmı TTB’nin kararlı olduğunu biliyor. Çünkü TTB bir politik sağlık okuludur. Sadece bürokratik bir işlevi yerine getirecek bir yapı değil. TTB’nin bir meslek örgütü olma işlevi var, kendi üyelerinin özlük hakları, sosyal ve ekonomik haklarını savunan bir demokratik kitle örgütü olma vasfı var. Bu anayasal bir dayanaktır. Bir sendikacılık tarafı var. Bütün bu işlevler, anayasal düzenleme ve 6023 sayılı kanunla TTB’ye görev olarak verilmiş ve TTB de şimdiye kadar yaptıklarında bu yasallığın dışında bir yaklaşım göstermemiştir.
‘Greve ciddi bir katılım bekliyorum’
Ama bu dönem, bütün bu yaşananlardan sonra, hele de pandemiden sonra hem tükenmişlik yükünün çok daha fazla artmış olması hem de ekonomik ve emekliliğe yansıyan hakların ciddi anlamda düşmüş olması, bütün hekimleri etkileyen bir yaklaşım oldu. Dolayısıyla hekimlerin ve sağlık çalışanlarının büyük bir kısmı, bu iktidarın iyi niyetli olmadığını, sağlık çalışanlarının lehine bir şey yapmayacağını yaşayarak görme noktasına gelmiş durumda. Böyle bir süreçteyiz. Bu sebeple daha önce iktidara yakın olan hekim ve sağlık çalışanlarının da 14-15 Mart’taki greve ciddi bir katılım sağlamasını bekliyorum.
14 Mart’a gelecek olursak…
Yıllardan beri eskiden 14 Mart günü bir tıp bayramı olarak kutlanır eğlence balo yapılırdı. Ama sağlıkta dönüşüm programı ve AKP iktidarından bu yana sağlık politikaları bize artık bir balo, bir bayram yapma şansı bırakmadı. Biz 14 Mart’ı “tıp haftası” olarak, bir hafta 10 gün boyunca etkinliklerle geçecek bir mücadele haftası olarak belirledik. O nedenle ayın 14-15’inde tüm Türkiye’de bir grev kararı alındı. Geçtiğimiz hafta içerisinde de çeşitli illerde, yerellerde bilgilendirme çalışmaları ve toplantılar yapıldı. Şiddet, fazla mesai, ücretler, aile hekimlerinin sözleşmeleri, iş yeri hekimlerinin sorunları, tıp eğitimindeki sorunlar gibi başlıklarla. 14-15’inde de tüm Türkiye’de, acil ve kanser tedavisi ile yoğun bakım gibi hizmetler dışında hiçbir hizmetin verilmemesi kararı alındı.
- Sağlık Bakanlığı’nın, greve katılacaklara ilişkin idari soruşturma açılmasına yönelik bir adımı oldu. Bu adım greve katılımı etkiler mi?
Sahada ciddi bir tepkinin oluştuğunu, ciddi bir grev katılımının olacağını öngördüler. Dolayısıyla şimdiye kadarki sindirme, korkutma politikalarının gereği olarak böyle bir açıklama yaptılar. Greve katılanları mesaiye gelmemekten, hizmeti aksatmaktan veya birilerini mağdur bırakmaktan cezalandırabileceklerini söylediler. Bakanlık, “Yasadışı” yaklaşım yapanlar diyor ama dediğim gibi 6023 sayılı yasadan kaynaklı TTB’nin öyle bir karar ve uygulama yetkisi, görev ve sorumluluğu var. Dolayısıyla yasadışı bir uygulama değil. Daha önceki grevler süresince de bu tür soruşturma ve tahkikata maruz kalan hekimler, sağlık çalışanları oldu ve bunların hepsinde yargı, soruşturma kararlarını haksız buldu ve ceza alan kimse olmadı şimdiye kadar. Ama mevcut iktidarın anlayışına baktığımız zaman insanlar daha çok ondan korkuyor. Yoksa yasal olarak herhangi bir sorumluluk ve engel getirmez sağlık çalışanları ve hekimlere.
- Aile hekimleri de 17-18 Şubat’ta, özellikle ‘ceza sistemi’ olarak adlandırdıkları Ödeme Sözleşme Yönetmeliği’ne karşı 2 gün iş bıraktı. Aile hekimlerini protestolara iten temel sebepler neler?
Aile hekimliği sorunu başlı başına bir sorun. 2019-2010’dan bu yana henüz netlik kazandırılmamış, yani aile hekimi bir kamu çalışanı mıdır yoksa özel sektör mü? Belirli yerlere göre kamu görevlisi olarak, yani devletin istihdam ettiği kişi olarak kabul ediliyor ama bazı alanlarda da özel muayenehane açmış ticaret yapan bir hekim konumunda uygulamaları var. Örneğin cari hesaplar adı altında bir ödeme yapıyor, Aile Sağlığı Merkezleri’nin (ASM) kirasını kendisi ödüyor, yanında çalışan yardımcı sağlık çalışanlarının maaşını kendisi ödüyor. Çünkü bir taraftan sözleşmeli yaptılar, bir taraftan da yıllık sözleşme yenileme garantisi usulünü getirdiler. Bunun yanında da ceza sistemi diye bir şey getirdiler, yani bahane arayan. Devlet bu yönüyle devlet memuru olarak kabul ediyor hekimleri ve onlara bir takım ceza puanları veriyor, o ceza puanları da belli bir seviyenin üstüne çıktığı zaman buna dayanarak ‘sözleşmeni feshediyorum’ diyor.
‘Müdürlerin keyfi uygulamaları…’
Hemen hemen her gün yereldeki sağlık müdürlüklerinin keyfi uygulamaları ile birçok aile hekiminin mağdur edildiğini, sözleşmesinin feshedildiğini duyuyoruz ama yargıya gittiği zaman büyük bir kısmı geri dönüyor. Sonuçta büyük bir baskı altındalar. İş güvenceleri yok. Emekliliğe yansıyan ciddi bir sağlık primi yok. Oysa hekimlik nerede olursa olsun, ister özelde ister muayenehanede, ister hastanede olsun, kamuda, üniversitede, her yerde aynı şekilde yapılması gereken bir hizmettir ve devletin de bütün düzenlemelerini buna göre yapması lazım.
‘Garibanın rüyası’ çoktan bitti
- Şehir hastaneleri için ayrılan bütçeler de sağlık politikalarına ilişkin çok tartışılan bir başka konu. Bu tartışmaların sebebi nedir?
Hatırlarsanız, Cumhurbaşkanı şehir hastanelerini ‘Bu garibanın rüyası’ diye tanımlardı. Bu projenin devamıydı şehir hastaneleri, bunun tamamlanması anlamına geliyordu. Tamamen sağlık yükünü kamunun üzerinden özele devretme projesiydi. Bunu yaparken de Türkiye bu özel şirketlere dünyada örneği görülmeyen imtiyazlar tanıdı. Biz o dönemde yaptığımız bir çalışmada, o zamanın rakamlarına göre bir şehir hastanesinin kamuya maliyetinin 3 buçuk milyar olduğunu gördük. Oysa aynı projeyi devlet bu firmalara 25 milyar dolara verdi. Yine bunlarla 20-25 yıl garanti ile yüzde 70 yatak doluluk oranı gibi döviz endeksli anlaşmalar yaparak kamuyu çok ciddi zararlara uğrattı. Peki, bile bile bunu niye yapsın bir devlet? Burada aracı kurumlar, iktidar tarafındakiler de bu ranttan nemalandılar ve bunu bir siyasi propaganda aracı olarak kullandılar çünkü insanlar görselliğe çok önem verir. İşte, yeni ve büyük binalar. Ama bunların işlevselliğini, ne kadar nitelik ve verimlilik kaybına sebep olacağını bilemez vatandaş.
‘Yeni sermaye grupları oluşturdu’
Sağlık alanı bu anlamıyla AKP iktidarı için çok önemli 2 işlev gördü. Birincisi sermaye birikim alanı olarak AKP sağlığı kullandı ve buradan taraftarı olacak yeni sermaye birikimi yapan gruplar oluşturdu. İkincisi de bir siyasi propaganda malzemesi olarak algı üzerinden bir süreç yürüttü ve ciddi anlamda faydalandı. Ama bu işin sonuna gelindi artık. Bunun bedelini hem sağlık çalışanları tükenme aşamasına girerek ödedi hem de hasta artık parası olmadan, hele hele biraz ciddi bir rahatsızlığı varsa, kolay kolay sağlık hizmetine erişemez duruma geldi. Randevu alamıyor mesela insanlar. Randevu alan da ciddi bir hastalığı, kanseri varsa, görüntüleme için 1 hafta sonra, endoskopiye 20 gün sonra, patoloji sonucu için bir ay sonra randevu alabiliyor. Bu süreçte ciddi mağduriyetler yaşıyor. Bunu gözlemleyebilirsiniz. Bir eğitim araştırma hastanesi ve bir şehir hastanesinde gittiğinizde bu tip mağduriyet yaşayan yüzlerce insanla karşılaşacaksınız.
Baştan beri sürü bağışıklığı uygulandı
- Son olarak, pandemi meselesi… Sağlık çalışanları, bilimsel dayanakları işaret ederek, pandemi yönetimine ilişkin 2 yıl boyunca çok ciddi tepkiler ortaya koydu. 3 Mart’ta ise Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, maske ve HES kodu zorunluluğunun kaldırıldığını duyurdu. Şimdi nasıl bir süreç bekliyor toplumu?
Burada da çok şaşılacak bir şey yok. Daha başından beri bir “sürü bağışıklığı” sistemi uygulandığını, böyle bir karar alındığını söyledik. Bütün uygulamalar onu gösteriyor demiştik. Bunu en yetkili Sağlık Bakanlığı aracılığıyla nihayetinde deklare ettiler. Bu da zaten pandeminin başında uygulamalarının bu olduğunu gösterdi. Çünkü pandemiyle mücadele bir bütünlük arz eder. Siz sağlık üzerindeki önlem ve tedavilerle birlikte sosyal, siyasal ve ekonomik önlemleri de bir bütün olarak ele alamazsanız baş edemezsiniz. Başından beri bunu söyledik ve bu hükümet te başından beri bir bütün olarak ele almadı. Yine sadece kamuoyunun algısını yönetmeye yönelik günlük propagandalarla ve eksik, yanlış bilgilendirmelerle bu süreci götürdü ve nihayetinde artık bütün kamuoyu da bunun farkına varınca onlar da çıkıp resmi olarak açıkladılar. Bundan sonrasında ise bir tek avantajı oldu. Bu sürede belirli sayıda bir aşılama yapılabildi ve bu aşılamaların hastalığa yakalanmayı değil ama hastalığı ağır geçirmeyi ciddi anlamda önledi. Yoğun bakım tedavisi veya hastane tedavisi gerektiren durumlarla daha az karşılaşır oldu sağlık çalışanları. Dolayısıyla bu pandemilerin klasik bir seyri vardır zaten. Belirli bir aşamadan sona hastalık yapma gücü daha da azalarak yaşamını devam ettirmeye çalışır. Şu andaki görüntüde daha uzun yıllar belirli dönemlerde alevlenerek insanların gribal enfeksiyon şeklinde bu hastalıkla mücadele edeceği görülüyor önümüzde.