2025-2027 yıllarını kapsayacak olan Orta Vadeli Program (OVP) geçtiğimiz hafta açıklandı. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da OVP, 2023 seçimlerinden sonra uygulamaya konulan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla anılan ekonomik programın devamı niteliğinde. Bu bağlamda “uluslararası yatırımların ülkeye çekilmesi” öncelikli hedef olarak belirlenmiş ve buna uygun yapısal düzenlemelerin sürdürülmesi öngörülmüş. Dolayısıyla programda halkın karşı karşıya olduğu ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne yönelik bir niyetin sözü bile edilmiyor. Hal böyle olunca programda “yatırımcıların iştahını kabartmak” için yapılacak düzenlemelerin toplumun geniş kesimlerinin yararıyla çelişmesi durumunda AKP/saray iktidarının tercihinin yatırımcılardan yani sermayeden yana olacağı açıkça beyan ediliyor.
AKP’nin sermayenin çıkarlarını toplumun genel çıkarlarına tercih etmesi, Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetiminin başına geçmesiyle ya da OVP’lerle ortaya çıkmış bir durum değildir. Türkiye’yi toplumun genel çıkarlarına rağmen sermaye için “cazip” yatırım alanı haline getirmeye yönelik ekonomi politikaları, 24 Ocak 1980’de “Ekonomik İstikrar Tedbirleri” adıyla ilan edilen ve -44. yılını idrak ettiğimiz- 12 Eylül darbesi sayesinde uygulanabilen kararlardan bu yana iktidarların ve dolayısıyla devletin sürekli politikası haline gelmiştir. AKP de 2002 Kasım’ında iktidara ilk kez gelmesinin hemen ardından Erdoğan tarafından açıklanan Acil Eylem Planı ile 24 Ocak’ın mirasını sahiplenerek tercihini sermayenin çıkarlarından yana yapmıştır. 22 yıllık iktidarı boyunca AKP, altyapısını Kemal Derviş’in hazırladığı neoliberal yapısal uyum programını yaşama geçirmeyi amaçlayan Acil Eylem Planı’na sadık kalmıştır ve bugün uygulanmakta olan Şimşek programıyla da bunu sürdürmektedir.
Turgut Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak kararlarının mirasını sahiplenmek, onun yaşama geçirilmesini sağlayan 12 Eylül darbesinin mirasını sahiplenmekle eşdeğerdir. Zira uluslararası kapitalist kurumların (Dünya Bankası, IMF, AB vb.) yönlendirmesiyle şekillenen ekonomik programlar, uygulandığı her ülkede toplumun geniş kesimleri için ekonomik ve sosyal çöküntü anlamına gelir ve toplum üzerinde baskı kurmadan bunun hayata geçirilmesi mümkün olmaz. Arjantin, Şili gibi birçok ülke gibi Türkiye’de de bu baskı düzeni bir askeri darbeyle sağlanmış; anayasal ve yasal düzenlemelerle darbe rejimi kalıcı hale getirilmiştir. 24 Ocak kararları gibi onun devamı niteliğinde olan Derviş’in programı ve AKP’nin Acil Eylem Planı’nı yaşama geçirmek için de -darbe rejimini sürdürerek- demokrasinin tamamen ortadan kaldırıldığı bir baskı ortamını oluşturmak gerekmiştir.
AKP, iktidarının ilk döneminde devletin baskı aygıtlarına fazla ihtiyaç duymadan AB üyelik sürecinde müktesebata uyum gerekçesiyle yaptığı düzenlemelerle özelleştirmeleri, esnek ve güvencesiz çalışma rejimini, kentleri rant alanları haline getiren politikaları yaşama geçirmeyi başardı. Ancak 2010’ların başlarından itibaren bu düzenlemelerin yarattığı ekonomik ve sosyal çöküntü belirgin hale gelince toplumsal hareketlilik de artmaya başladı. Giderek artan işçi eylemleri ve özellikle Gezi Direnişi’yle görünür hale gelen toplumsal tepkiler; çocukların, gençlerin sokak ortasında öldürüldüğü yoğun bir şiddet ortamında bastırılırken 7 Haziran seçimlerinde sandığa yansıyan toplumsal tepki ise Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara’da gerçekleştirilen katliamlarla bastırıldı.
15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL düzeninde AKP iktidarı, kendi otokratik düzenini kurarken 12 Eylül darbe rejimini baskının ve şiddetin çok daha yoğunlaştığı ve sistematik hale geldiği bir ileri evreye de taşımış oldu. AKP’nin toplumda yarattığı kutuplaşmalar üzerine inşa ettiği otokratik rejimde ötekileştirmeye karşı çıkan, OVP ile hakkını arayan tüm kesimler şiddetin hedefi haline geldi. Bunun son örnekleri Urfa’da sendikaya üye olmaları nedeniyle işten çıkarıldıkları için iki aya yakın süredir direnen Polonez işçilerinin ve Antep’te emeğinin hakkını alamadığı için bir aya yakın süredir direnen Akcanlar Tekstil işçilerinin devletin kolluk güçlerinden gördüğü baskı ve şiddettir. Geçtiğimiz hafta Hopa’da ranta karşı ormanı korumak için mücadele edenlere açılan ateş sonucu Reşit Kibar’ın yaşamını yitirmesi de yine işçinin ekmeğine, köylünün ağacına karşı, sermayenin çıkarlarını tercih eden AKP iktidarının politikalarının sonucudur.
Sözün özü: OVP’de de açıkça ifade edildiği gibi Şimşek programıyla AKP/saray iktidarı sadece insan emeğini, doğayı, yaşam alanlarını sermayenin sınırsız biçimde sömürmesine olanak sağlamakla kalmıyor; bunu gerçekleştirmek için demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını ve hukuku ayaklar altına almaktan da geri durmuyor. Diğer bir ifadeyle 24 Ocak ve 12 Eylül darbe rejimi, OVP ile AKP/saray otokrasisinin baskı ve şiddetiyle sürüyor.