Bu yazımın yayınlanacağı gün 12 Eylül 1980 askeri darbesinin 43. yıldönümü. Halen Türkiye’de yaşayan nüfusun önemli bir kısmı darbe koşullarında doğup büyüdü.
Türkiye 12 Eylül 80 askeri darbesini yapanlarla hesaplaştı mı? Buna da evet diyemiyoruz. 2010 yılından sonra sağ kalan darbeciler Ahmet Kenan Evren ve Ali Tahsin Şahinkaya hakkında uzun uğraşlarımızdan sonra dava açtırabildik. Darbeciler Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2014 tarihli kararı ile eski TCK 146.maddeden (Anayasayı ihlal suçu) müebbet hapis cezasına çarptırıldılar. Ancak dosya Yargıtay aşamasında iken sanıklar doğal yoldan yaşamlarını yitirdiler. Daha sonra sanıklar öldüğü için dava düşürüldü. Bu konudaki yargı süreci halen bireysel başvuru yolu ile Anayasa Mahkemesi’nde devam etmektedir. Yargı sürecini merak eden okurlarımız şu linkten yazdığım yazıyı okuyabilirler.*
12 Eylül 1980 askeri darbesini yapan generaller resmi ideolojiyi militarist bir karakterde yaşatacak bir anayasa hazırladı ve 1982 yılında bu anayasayı sıkı yönetim koşullarında kabul ettirdiler. 1983 yılından itibaren iktidara gelen tüm hükümetler demokratik ve sivil anayasa sözü vermiş ancak bu sözlerini yerine getirememişlerdir. 82 Anayasası süreç içerisinde defalarca değiştirilmiş, en nihayetinde 16 Nisan 2017 tarihli referandum ile otoriter başkanlık modeline geçerek daha kötü bir karaktere bürünmüştür. Ne ilginçtir ki mevcut anayasa ile her türlü yetkisi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan bile sivil anayasa söylemini tekrar etmekten geri durmamaktadır.
Türkiye sivil ve demokratik bir anayasa yapabilir mi? Bunu yapabilmesi için öncelikle devletin resmi ideolojisini terk etmesi gerekir. Siyasi partiler Türk etnisitesine dayanan ve Sünni Müslümanlığın devletleşmiş halini benimseyen mevcut resmi ideolojiyi terk edip insan hakları ve demokratik değerlere dayalı fikirlere sahip olmadıkları sürece yeni bir anayasa yapamazlar kanaatindeyim. Yeni sivil ve demokratik anayasa ile ilgili merak edenler İHD adına hazırladığımız önerileri okuyabilirler.**
Türkiye’de yeni sivil ve demokratik bir anayasa yapılabilmesinin ikinci şartının geçmiş ile yüzleşme olduğunu belirtmek isterim. Osmanlı’nın son döneminde hükümet olan İttihat Terakki’nin savunduğu görüşleri resmi ideoloji olarak 100 yıldır savunan siyasi anlayışların geçmişle yüzleşme sürecine girmeleri şarttır. Örneğin CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun seçim sürecinde dile getirdiği “helalleşme” söylemi insan hakları savunucuları tarafından haklı olarak eleştirilmişti. Çünkü bu söylem geçmişle yüzleşmeyi değil geçmişte yapılan ağır suçları görmeden/konuşmadan yeni bir sayfa açmayı vadediyordu. Oysa yeni bir sayfa açılabilmesi için geçmişle yüzleşmenin olmazsa olması olan “hakikatin” mutlaka ortaya çıkması gerekir. Bu hakikatler Ermeni Soykırımı’ndan başlayarak, Dersim Soykırımı, Kürtlere, diğer etnik ve inanç gruplarına yapılan ağır suçlar (insanlığa karşı suçlar gibi), darbe dönemindeki ağır insan hakları ihlalleri gibi sıralayabiliriz. Siz bu ağır suçlarla yüzleşip hakikati kabul etmediğiniz sürece toplumsal barışı inşa edemezsiniz. Nitekim Sayın Tanrıkulu’nun TSK’ya yönelik AİHM kararları ile belgeli eleştirilerinden sonra CHP sözcüsü ve genel başkanının TSK’yı kutsayan açıklamaları “helalleşme” kavramının içi boş bir kavram olduğunu maalesef bir kez daha ortaya koymuştur.
Yazımın başlığında darbe mekaniği anlamına gelebilecek devam eden süreçten bahsedilmektedir. Türkiye’nin sadece son 8 yılında olup bitenlere bakarsanız neredeyse her yıl darbe sonucunu doğuracak fiili durumların yaşandığını görmekteyiz. 2014 yılının Ekim ayındaki MGK kararı ve bu kararın uygulanmaya konması, 2015 yılında barış sürecinin rafa kaldırılması, İmralı Hapishanesi’ne yönelik süreklileşen tecrit uygulaması, 2015 yılında hendek ve barikat bahanesi ile sokağa çıkma yasaklarında yaşanan ağır insan hakları ihlalleri, Kürt belediyelerine kayyum atanması ve yaygın/süregelen tutuklamalar, Mayıs 2016’da milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması ile ilgili anayasa değişikliği, Mayıs 2016’da Başbakan Davutoğlu’nun hükümetten çekilmesi, 15 Temmuz 2016’da darbe teşebbüsünün bastırılmasına rağmen 20 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL dönemi, Anayasanın rafa kaldırılarak OHAL KHK rejimine geçilmesi, savaş ilanı kararı olmamasına rağmen Türkiye’nin Suriye’ye ve diğer ülkelere yönelik askeri müdahalesi, Kasım 2016’da Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile birlikte HDP’li seçilmişlerin ve siyasetçilerin tutuklanması, Nisan 2017’de YSK kararı ile manipüle edilen anayasa referandumu, fiili otoriter başkanlığın anayasal otoriter başkanlığa evrilmesi, 2018’de OHAL koşullarında milletvekilliği genel seçimleri ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılması, seçim kanunu değişiklikleri ile neredeyse iktidarın güdümünde YSK eksenli 2019 ve devamındaki seçimlerin yapılması ve en nihayetinde Mayıs 2023 seçimlerinin yapılış biçimi ve sonuçları esasında Türkiye’de ciddi bir darbe mekaniğinin işlediğini göstermektedir. Bu mekanikte askerler değil siviller başat rolü oynamaktadır. Ortak noktaları resmi ideolojiyi benimsemiş olmalarıdır. Bu şekilde devam eden temel karakteri otoriterlik olan bu rejime Nilgün Toker “belirsizlik rejimi” adını da kullanmaktadır.
Bitirirken; Türkiye Cumhuriyeti, 2. yüzyılında resmi ideoloji yerine insan hakları ve demokrasi değerlerine bağlı bir yönelim içerisine girmeli, geçmişi ile yüzleşmelidir. Belki bu şekilde hakikat ortaya çıkabilir ve böylece hiç olmazsa darbe dönemlerinde işlenen suçlar konusunda ceza/onarıcı adalete ulaşabilir görüşündeyim.
*https://www.ihd.org.tr/12-eylul-1980-askeri-darbe-davasi-suruyor/