Evliliğinin ilk günlerinden itibaren kocasının şiddetine, işkencesine maruz kalan ve hayatına sahip çıkan Namme Öztürk’ün yargılandığı dosyanın karar duruşması 12 Ekim Cuma saat 11.00’de İstanbul Anadolu (Kartal) 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde gerçekleşecek. Bu duruşmaya tüm kadınların katılması çok önemli. Namme’nin yanında olmak, onunla dayanışmak, erkek şiddetine uğrayıp korunmayan, bir de üstüne haksızlıklarla karşılaşan, hapsedilen, yargılanan, sevdiklerinden uzaklaştırılan kadınlara sahip çıkmak adına da bu duruşmaya katılmak gerekli.
Kocalarından ya da herhangi bir erkekten şiddet gören kadınlar çoğu zaman hak arama, seslerini duyurma ya da şiddet cenderesinin içinden çıkma yollarını deniyorlar. Fakat daha önce de defalarca söylediğimiz gibi bizzat kendi aileleri ya da şiddeti önlemekle ve kadınları korumakla yükümlü kurumlar eliyle o şiddetin içine yeniden bırakılıyorlar. Kadınlar sistematik şiddete maruz kalırken, işkence dolu bir hayat sürerken, ya erkeklerin de pek çoğunun o kadınlara söylediği gibi kendisine inanılmayacağını ve geri gönderileceğini düşünerek şikayet süreçlerinden vazgeçiyorlar, ya bunu yaptıktan sonra zaten geri gönderildikleri ve şiddet de misliyle arttığı için artık bu yola hiç başvurmuyorlar ya da kendileri hayatlarını kurtarmak, nefes almak için bir yol bulmak zorunda kalıyorlar. Hayatta kalamadıklarında zaten gerçekleşen şey de artık bir ‘KADIN CİNAYETİ’ oluyor.
Peki kadınlar kanuni karşılığı ile ‘meşru müdafaa’ fiilini gerçekleştirdiklerinde, bir başka deyişle hayatlarına sahip çıktıklarında, yaşamlarını savunduklarında mahkemeler ne yapıyor? Soruşturma aşamasında dahi takipsizlik kararı verilmesi gereken dosyalar mahkemelere ‘müebbet’ istemiyle gönderilebiliyor ve ağır ceza heyetleri kadını ölmediği için cezalandırabiliyor.
Bu kadınların hiçbiri ellerinde tabanca ya da başkaca silah ile gezip de kocamı veya filanca erkeği ne zaman ve nasıl öldürsem diye plan yapan kadınlar değil. Bu kadınlar kocaları ile nişanlılık ya da evliliklerinin ilk günlerinden itibaren şiddete uğrayan kadınlar. Bu kadınlar erkeklerin defalarca öldürmekle tehdit ettiği, öldüresiye dövdüğü, durmadan tecavüz ettiği, yemeğin tadı tuzu bahanesiyle işkence ettiği, ihanet ettiği kadınlar. Bu kadınlar evdeki her türlü araç ve gerecin karşısına dayak ve işkence aracı olarak çıktığı kadınlar. Bu kadınlar hamile iken yediği dayaklar yüzünden çocuğunu düşüren ya da vücudunda kalıcı hasar kalan kadınlar. En önemlisi ise bu kadınlar onarılması o kadar da kolay olmayan travmalara böylelikle sahip olan kadınlar.
Peki kadınları korumakla yükümlü onları şiddetsiz bir hayatta tutmaktan sorumlu, asıl onlara şiddet uygulayan erkekleri yargılayıp o şiddetin kökünü kazımakla görevli kurumlar ve yargı görevini yapıyor mu? Elbette hayır. ‘’Şiddet görüyorum imdat’’ diye bağırıp polis çağırdıklarında polis onları ya geri gönderiyor ya da “kocanla bir de biz konuşalım’’ diyor ve ardından şiddetin katmerli hali geliyor. Sonra bu kadınlar canlarını kurtarmak ve şiddeti savuşturmak için meşru müdafaa sınırları içerisinde hareket ettiklerinde mahkemeler bırakın beraat ettirmeyi, yıllarca tutuklu yargılıyorlar onları.
Hukuk adaleti tesis ettiğinde bir işe yarar. Mevzuat şu eksik haliyle dahi uygulandığında bir anlam kazanır. TCK 25. maddesi orada süs olsun diye durmuyor. Ölüm tehdidi altında bulunan ve canına sahip çıkan bir kadının fiili için meşru müdafaa demekten başka hiçbir şey yasal, hukuki, gerçekçi ve adil olmayacaktır. Aksi, kadınlara ‘neden ölmedin, hayatına sahip çıkmaya hakkında yok senin. Şiddete de boyun eğeceksin, ölümü de kabul edeceksin’ demektir.