İsa Taşçı
Öcalan toplum ile egemenleri yapısal ve özsel olarak birbirinden ayırıyor; halkların eşitlik, özgürlük, demokrasi, adalet gibi insan ve toplum olmanın doğasından gelen değerlere egemenlerin en örgütlü eşitsizlik, adaletsizlik, özgürlüksüzlük örgütü olan devletle ulaşılamayacağını belirtiyor; çözüm olarak halkların devlet dışı demokratik konfederal sistemini öneriyor ve bunu Kürt halkının ve bölge halkların gündemine koyuyordu
11 Eylül 2001 tarihinde hala nasıl gerçekleştiği tartışma konusu olan İkiz Kule saldırısı gerçekleşti ve böylelikle başını ABD’nin çektiği küresel kapitalizmin yürüttüğü 3. Dünya Savaşı’nda yeni bir evreye geçilmiş oldu. Büyük Ortadoğu Projesi tartışmalarıyla birlikte Afganistan’dan başlamak üzere tüm Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme operasyonlarına başlandı. Ortadoğu’nun tümünde değişimi öngören bu süreç, inişli-çıkışlı bir şekilde hala sürmektedir.
Dünyaya hükmetmek isteyen küresel sermayenin ve maddi uygarlık sistemi olan Batı’nın temsiliyetini yapan ABD önderliğindeki koalisyonun yanı sıra, dönem güçleri olarak bölge statükosunu temsil eden Ortadoğu’nun despotik devletleri vardı. Sadece hacim olarak birbirinden farklı olan bu devletçi güçlerin dışında bir de egemenlerin her türden kötülüklerine maruz kalan Ortadoğu halkları vardı. Devletçi güçler kendi çaplarında örgütlü iken; halklar eşitlik, özgürlük, adalet, demokrasi isteyen insan toplulukları olarak örgütsüzdü. Dolayısıyla 3. Dünya Savaşı’nın yeni bir evresine girilirken, halklar örgütsüz ve öncüsüzdü. İşte PKK lideri Abdullah Öcalan başta Kürt halkı olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının böylesi bir sürece örgütsüz ve öncüsüz girmemesi için demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü toplum paradigmasıyla köklü bir değişimi Kürt Özgürlük Hareketi’nden başlamak üzere, 2003 yılında gerçekleştirdi. Zaten Irak işgali de aynı yıl gerçekleşmişti.
Öcalan toplum ile egemenleri yapısal ve özsel olarak birbirinden ayırıyor; halkların eşitlik, özgürlük, demokrasi, adalet gibi insan ve toplum olmanın doğasından gelen değerlere egemenlerin en örgütlü eşitsizlik, adaletsizlik, özgürlüksüzlük örgütü olan devletle ulaşılamayacağını belirtiyor; çözüm olarak halkların devlet dışı demokratik konfederal sistemini öneriyor ve bunu Kürt halkının ve bölge halkların gündemine koyuyordu. Yanı sıra kimyasıyla oynanmış yaşamı; hiyerarşinin, iktidarcılığın, cinsiyetçiliğin her türünden arındırarak; demokrasi, ekoloji ve kadın özgürlükçülüğü temelinde tekrardan doğasına uygun bir şekilde inşa etmeyi öngörüyordu.
Hiyerarşik-devletçi sistemin dışına çıkmak anlamına gelen bu paradigma ve toplumsal sistemi başta Kürtler olmak üzere, kendini tanıtma fırsatı bulduğu ölçüde Ortadoğu halkları büyük bir coşkuyla karşıladı, sahiplendi ve yaşamın yeniden inşasına yöneldi. Bu şekilde başta Kürtler olmak üzere tüm halklar da Ortadoğu’nun yeniden dizayn edildiği sürece hazırlıklı girmiş oldu.
Şimdi gelinen aşamaya bakalım. Başını ABD’nin çektiği ve kendisine ‘özgür dünya’ diyen küresel kapitalist sistemin bölgeye sadece ve sadece yıkım getirdiği, dahası başarmak istediği hiçbir şeyde başarılı olamadığı yeterince açığa çıktı. İşgal edilen ilk iki ülke olan Afganistan ve Irak’taki güncel durum bunu her yönüyle ispatlıyor. Bu yönüyle başını ABD’nin çektiği küresel kapitalist sistem, çıkarları gereği bölgeden vazgeçemese de başarısızdır. Genelde insanlığa, özelde de Ortadoğu insanına hiçbir şey veremediği, veremeyeceği anlaşılmıştır. Bölgenin despotik devlet geleneğini temsil eden güçler açısından ise adeta taş üstünde taş kalmamıştır. Çok sınırlı sayıda devletin dışında hiçbir despotik devlet olduğu gibi kalamamış, Saddam Hüseyin örneğinde görüldüğü gibi büyük yıkımlar yaşanmıştır. Bu devletlerin ne denli anti toplumcu, despotik, gaddar ve iktidar hastası oldukları her yönüyle açığa çıkmıştır. Bu geleneğin halklara hiçbir şey vermediği ve veremeyeceği herkesçe daha net bir şeklide anlaşılmıştır.
Abdullah Öcalan’ın demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü toplum paradigmasını rehber edinen Kürt halkının Ortadoğu halklarıyla birlikte yürüttüğü mücadeleye bakıldığında ise durumun bunun tam tersi olduğu görülüyor. Hem küresel hem de bölgesel devletlerin sahip olduğu ekonomik ve askeri güce sahip olmamasına rağmen bu savaş koşullarında bu kadar başarılı olmak, özgürlük mücadelesi yürütenler açısından anlaşılması ve kavranması gereken tarihi bir gelişmedir. Doğru fikirlerin ve bu fikirleri toplumcu bir duruşla pratikleştirmenin ne denli büyük bir güç olduğuna en çarpıcı bir örnek olmaktadır. Bu yönüyle tarihteki büyük fikirsel çıkışların bir devamı niteliğindedir. Bu paradigma ve fikirler toplumun eşitlikçi ve çoğulcu özünden süzülüp gelen; başta kadınlar olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin eşitlik, özgürlük, demokrasi ve adalet istem ve ihtiyaçlarına cevap verir nitelikte olduğundan bu kadar kabul görmüştür. Rojava’da gerçekleşen devrim, giderek sadece Kürt halkının gerçekleştirdiği bir devrim olmaktan çıkmış, bölgesel ve küresel yönleri ön plana çıkan bir devrim halini almıştır. Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü toplum paradigmasının devlet dışı uygulama alanı olmuştur. Kürtler, Araplar, Türkmenler, Asuri-Süryanlar ve Ermeniler eşit ve özgür halklar olarak özgürlüğe ve dayanışma bilincine dayalı demokratik bir ulusu oluşturmuşlardır.
Bu başarılar elde edilse de savaş hala sürmektedir. Bölgesel ve küresel devletçi güçlerin iktidarcı özü, demokratik ulus zihniyetine ve onun bedenleşmesi olan demokratik özerkliğe dayalı demokratik konfederal sisteme karşı savaşmalarını zorunlu kılmaktadır. Halklar ve başta kadınlar olmak üzere tüm toplumsal güçler her şeylerini büyük bedeller vererek yürüttükleri devrimci mücadeleleriyle elde ettiler. Tüm tehlikeleri bertaraf etmek, devrimi yaşatmak ve tüm bölgeye yaymak da yine devrimci mücadeleyle mümkün olacaktır.