Türkiye’de Kürt sorunu kimilerinin sandığı gibi, salt bugünün sorunu değil; geçmişi 100 yıla dayanan, başka bir söyleyişle 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla yaşıt bir sorundur…
Mehmet Bayrak
Temmuz-2023 ayı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümüne rastlıyor. Bu vesileyle, bugüne kadar resmi tarih anlayışıyla kutsal bir metin gibi sunulan Lozan Antlaşması’nın Kürtler açısından ne anlama geldiğini bir kez daha irdeleme fırsatını buluyoruz. Bilindiği gibi, bir zamanlar Lozan Antlaşması, İslamcı kesimce irdelenmekte ve daha önce Osmanlı’ya bağlı birçok Müslüman ülkeyi kapsamadığı için bir “zafer” değil; “hezimet” olarak nitelendirilmekteydi. Yani onlar, Müslüman ülkelerin Osmanlı sömürgesi olmaktan kurtulmalarını, Lozan görüşmelerinde bir “yenilgi” olarak değerlendiriyorlardı.
Türkiye ise bu antlaşmayı, bir kutsal metin olarak sunmakta ve antlaşmayı sorgulayıp eleştirenleri “Sevrci” olmakla suçlamaktaydı. Bu işler hep böyledir zaten; resmi erk, kendi çıkarları doğrultusunda bir tabu oluşturur ve bu tabuyu herkese kabul ettirmeye çalışır. Kişiler kabul etmeyince de, onları “Sevrci” olarak nitelendirip “hain” konumuna düşürmek ister. Bu konuda düşüncenin temellendirilmesine bile tahammül edilemez.
Oysa, biliniyor ki, Türkiye’de Kürt sorunu kimilerinin sandığı gibi, salt bugünün sorunu değil; geçmişi 100 yıla dayanan, başka bir söyleyişle 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla yaşıt bir sorundur… Çünkü Lozan Antlaşması’yla, “baltası kütükten çıkan” Türk yönetimi, 1924’te çıkardığı Anayasa’nın ardından 1925’te yayımladığı Takrir-i Sükûn yani “Susturma Yasası” ve aynı yıl gizlice hazırlayıp uygulamaya koyduğu, bizim ilk kez gün yüzüne çıkardığımız “Şark Islahat Planı”, bir başka söyleyişle “TC’nin Kürt Anayasası” olarak ikame edilen “red- inkâr ve imha” politikasında aramak gerekir. (Bkz. M. Bayrak: Kürtler’e Vurulan Kelepçe/ Şark Islahat Planı, Özge Yay. 2. Bas. 2013).
Bir “toplumsal gerileşme hareketi” olarak nitelendirilebilecek bu kanun ve gizli planlar; sadece bugünkü Kürt sorununu yaratmakla kalmadı aynı zamanda çok partili sisteme son verdi, emekçi kesimin siyasal ve sosyal örgütlenme özgürlüğünü yasakladı ve o günden bugüne milyonlarca insanımızda hasar yarattı.
B-Lozan’a Giden Süreç…
Bu arada, gerek İstanbul’daki İttihad- Terakki yönetimi karşıtı partiler, gerekse Anadolu’ya geçen Kemalistler, Kürtler’e “birlikte kurtuluş ve birlikte özgürleşme” öneriyorlardı. Türk yönetimi, Sevr Antlaşması’nı içine sindirmeyen Kürt halkının rüzgarını arkasına alarak Lozan’a gidiyor ve kendisi adına bir zafer kazanıyordu. Kürtler, Lozan’a ayrıca temsilci yollamıyor ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla Mustafa Kemal’in isteği üzerine, 1923’te Meclis’teki Kürt milletvekilleri Lozan’a telgraf çekerek, İsmet Paşa başkanlığındaki delegasyonun Kürtler’i temsil ettiğini bildiriyorlardı. İsmet İnönü de, bu gerçekliği hatıralarında şöyle anlatıyordu:
“Sevr Antlaşması ile Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Antlaşması hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan sınırı bitişiğinde bir Kurdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının kendileriyle birlikte, özellikle Doğu’da Ermeni tehlikesiyle karşılaşacağını biliyorlardı. Milli Mücadele’nin devamınca canla-başla beraberlik gösterdiler. Sonra, Lozan Antlaşması yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler, Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize başvurmadılar. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda milli davalarımızı `biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak savunduk ve kabul ettirdik.” (Bkz. Hatıralar, 2. Cilt, Ank. 1987, s.202)
Lozan görüşmeleri aşamasında bu birlikteliğe öncülük eden Kürt milletvekillerinden Bitlisli Yusuf Ziya Bey, Meclis’te şunları söylüyordu: “Kürdün birliği, Kürdün itaati, Kürdün iki parçaya ayrılmasında değil, bir parça halinde idare edilmesindedir… Türk’le Kürt işbirliği ederek yaşamazlarsa, ikisi için son yoktur. Bundan dolayı herhangi birisi diğerine ihanet ederse, ikisi için de akibet (son, gelecek) yoktur.” (Bkz. Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları, IV, s.163) Ancak, ne yazık ki aynı kişi, Lozan’daki birlikteliğe ön ayak olan Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey ile birlikte bundan iki yıl sonra 1925’te idam ediliyordu…
C-Lozan’ın Ardından Barışı Yakalamak
Üstte de vurgulandığı gibi, gerek İstanbul’daki İttihad karşıtı partiler, gerekse Anadolu’ya geçen Kemalistler, Kürtlere “birlikte kurtuluş ve birlikte özgürleşme” önerirken, bu öneri, Kürtler’in beklentileriyle daha iyi çakışmış ve bu buluşmayla Lozan’a gidilmişti. Ancak Lozan, Kürtler’in beklentilerinin tersine halk ve ülke olarak bölünmeleriyle sonuçlanmış ve Kürtler o tarihten itibaren onulmaz bir yara almışlardı. Başta İngilizler olmak üzere Batılılar, Mezopotamya ve Kurdistan üzerinde pazarlık yapıyor; Türk delegasyonu da adeta Anadolu topraklarını kurtarma uğruna Kürtleri feda ediyordu.
Görüldüğü gibi, adeta Kürtler’in dışında Kürtler’in aleyhine yazılıp uygulamaya konan bir senaryo söz konusudur. Çünkü Kemalist yönetim, daha 1921 ve 1922’de hem Fransızlar hem de İngilizler’le gizli görüşmeler ve anlaşmalar yapmıştı. Zaten Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Kürt kimliğinin yasaklanması, bu galip devletlerden alınan cüretten kaynaklanıyordu…
Ancak Lozan Antlaşması, bu olumsuzluğun yanı sıra Kürtlerin kimi kültürel haklarına ilişkin güvenceler de getiriyordu. Sözgelimi antlaşmanın “Azınlıkların Korunması”na ilişkin III. Bölümü’nün 37-45. Maddeleri, diğer bölümlerde Gayrımüslim azınlıklara getirilen hakların yanı sıra, Kürtler başta olmak üzere Müslüman azınlıklara da bazı haklar getiriyordu. 1923 yılında Paris’te yapılan Fransızca Antlaşma metin ve belgelerinden çevrilen Lozan Antlaşması’nın ilgili maddelerinin tümünün burada aktarılması mümkün olmadığı için, sadece bazı madde özetlerini vermekle yetiniyoruz. Sözgelimi, Antlaşmanın 38. Maddesi şöyleydi: “Türk hükümeti, köken, ulus, dil, ırk ve din farkı gözetmeksizin tüm Türkiye vatandaşlarının hayat ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını yükümlenir.”
Aynı antlaşmanın 39. Maddesi’nde ise şöyle denmektedir: “Din farkı gözetmeksizin Türkiye’de ikamet eden herkes yasa karşısında eşit olacaktır. Hiçbir Türk vatandaşına özel konuşmalarda, ticari ve dinsel yaşamda, basında ya da her türden yayınlarda ya da umumi toplantılarda herhangi bir dili özgürce kullanmasında hiçbir kısıtlama getirilmeyecektir. Resmi dilin yanı sıra, Türkçe’den başka bir dil kullanan Türk yurttaşlarına mahkemelerde sözlü olarak kendi dillerini kullanmaları için gerekli kolaylıklar sağlanacaktır.(Bkz. 1- Prof. Dr. Seha L. Meray: Lozan Barış Konferansı/ Tutanaklar- Belgeler; SBF Yay. Ank. 1973 ve 2- Türkiye İle İlgili İnsan Hakları Raporu”, Özgür Gelecek Dergisi, Aralık-1998).
Kemalist yönetim, Lozan gibi uluslararası bir antlaşmayla kabul ettiği bu hakları bile, 1925’te yürürlüğe koyduğu gizli Şark Islahat Planı ile geri çekiyor ve adeta sonraki tüm olumsuzluklara çanak tutuyordu. Ancak Lozan’dan 100 yıl sonra görülmüştür ki; bu anlayış Kürt sorununu çözmemiş, tersine daha da çıkmaza sokmuştur. Öyleyse, tek yol barışı yakalamak ve sorunları barış içinde çözmektir. Kürtler için de, o gün kader birliği yaptığı Türkler için de tek çıkar yol budur….
Ç-Lozan’ın Bedelini Kim Ödedi?
20. yüzyıl başlarında Türkler; Türkçü İttihad ve Terakki yönetiminde “Çarşıda pirince giderken, Sevr’le birlikte evdeki bulgurdan olmakla” karşı karşıya kalmış, bu aşamada birlikte mücadele edip, Misak-ı Milli sınırları içinde eşitlik temelinde birlikte yaşama şiarıyla Kürtler işbirliğine ve dayanışmaya çağrılmış, bu dayanışmanın gerçekleşmesi sonucu da, Ege’de Yunanlılarca, güneybatıda İtalyanlarca, güneyde Fransızlarca, güneydoğuda İngilizlerce, hatta kuzeydoğuda Ruslarca işgal edilmiş topraklarını kurtararak kurtuluşa gitmişlerdi. Böylece Misak-ı Milli, Türkler açısından gerçekleşmiş oluyordu. Ya Kürtler?…
Esasen, Osmanlı’nın kesin yenilgisinden ve Anadolu ile Kurdistan’ın işgalinden sonra anti-işgalci çete hareketleri Antep, Urfa ve Maraş gibi Kürt yoğunluklu illerde başlamıştı bile. Padişah görevlendirmesiyle Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal’in de çalışma alanı Kurdistan oluyordu. Erzurum Kongresi, ardından Sivas Kongresi, bunlara bağlı olarak imzalanan Amasya Protokolü, bu işbirliğinin sonuçlarıydı. Bu çalışmalar, Kürtler adına Vilayat-ı Şarkiye Müdafa-yı Hukuku Milliye (Doğu İlleri Ulusal Hakları Savunma) Örgütü’nce yürütülüyordu.
Nitekim, Kemalistler’in vaadleri ve imzalanan Amasya Protokolü’nde Kürtler’le Türkler’in eşitliği öngörüldüğü içindir ki, Kürtler de bu mücadeleye var güçleriyle destek olmuşlardır. Yine bundan dolayıdır ki, Mehmet Şerif Paşa Sevr Barış Konferansı görüşmelerinden çekilmiş ve İsmet İnönü başkanlığındaki Lozan Barış Konferansı Delegasyonu’na sahip çıkılmıştır. Örgütlü yurtsever Kürt kesimiyse, en azından umutlu bir bekleyişe girmiş ve köstek olmamıştır.
Kısaca Kürtler, Misak-ı Milli (Ulusal And) ve dayanışma sözlerinde durmuşlar, ancak Türk tarafı sözünde durmamıştı. Nazım Hikmet’in, 1989’da yayımladığımızda tutuklanmamıza gerekçe yapılan şu sözleri bu gerçekliğin yalın bir anlatımı değil midir?
“Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. (…) Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tanımayı vaadettikleri millet ve insan haklarını tanımadı, hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü.” (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-1, s. 530)
Görüldüğü gibi, bugün Türk yönetimlerince bayram olarak kutlanan Lozan, Türkler için bir kurtuluş olduğu kadar, Kürtler için de bir “hezimet”i simgeliyor…
D- Türkiye, “Lozan Antlaşması”na Uyuyor Mu?..
Türkiye 1923’te imzaladığı bu uluslararası antlaşmayı 1925’te aldığı bir gizli kararla bozuyor. Yani Türkiye, Kürt kimliğini yok etmeye dönük yeni Kürt politikasını belirlerken, ilk kez yayımladığımız ve “TC’nin Kürt Anayasası” olarak nitelendirilen Şark Islahat Planı ile, bu uluslararası resmi antlaşmaya uymama kararı alıyor. Kürt kimliğini yok ederek Kürt sorununu çözmeyi öngören söz konusu gizli planın diğer maddelerini bir yana bırakarak, salt Kürtçe’nin yasaklanmasını öngören iki maddesini birlikte izleyelim:
Madde-14) Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik il ve kaza merkezlerinde Hükümet ve Belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar; Hükümet ve Belediye’nin emirlerine karşı gelmekle suçlanacak ve cezalandırılacaklardır.
Madde-17) Fırat’ın batısındaki illerimizin bazı bölümlerinde dağınık olarak yerleşmiş bulunan Kürtler’in Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanmalı ve kız okullarına önem verilerek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanmalıdır.””(M. Bayrak: Kürtler’e Vurulan Kelepçe: Şark Islahat Planı; Özge yay. Ank. 2. bas.2013, s. 129-130)
E-Sonuç
Görüldüğü gibi, Türkiye, günümüzde taraf olduğu diğer uluslararası antlaşma ve sözleşmelere uymadığı gibi; birincil elden taraf olduğu ve kutsal bir metin gibi sunduğu Lozan Antlaşması’na da uymuyor!.. Uymadığı içindir ki; o tarihten itibaren Kurdistan sürekli olarak örfî idare, umumi müfettişlik, sıkıyönetim, olağanüstü hal ve kayyum sistemiyle yönetilmeye çalışılmaktadır… Bu 100 yıllık süre içinde Kurdistan’daki uygulamalar, Kürt sorununu çözemediği gibi, halk muhalefetini daha da büyütmüştür. Çünkü dünden bugüne “kan şiddeti, şiddet kanı büyütmüş” ve sorun daha da kangrenleşmiştir. Esasen, Kürt sorununa demokratik ve barışçı bir çözüm bulunmadan Türkiye’de demokrasiyi kurmak ve kurumlaştırmak da mümkün değildir. Askeri yönetimlerin Kürt sorununda çözüm değil, sadece ve sadece çözümsüzlük getirdiği, son 100 yıllık geçmişle zaten ortadadır…
Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümünde herhalde sorun, tüm boyutlarıyla sorgulanmalı ve ilgili platformlara taşınmalıdır. Ola ki, tüm taraflar yeni bir durum değerlendirmesi yapmak zorunda kalır… Aslında, Kürt sorununun demokratik çözümünün anahtarı, Lozan’la verilen hakları bile 1925’te “Şark Islahat Planı”yla gizlice gasp eden Ankara Yönetimi’ne, Başbakan İsmet Paşa’nın şahsında daha 1926’da gönderilen “Memorandum”da ortaya konmuştu… Ne deniyordu bu Memorandum’da:
“Biz Kürt Aydınlanma Hareketi, Kürtlüğün hayat ve bekasına suikast edilmemek şartıyla müthiş ve müfrit Cumhuriyet taraftarıyız ve tam anlamıyla sapkınlık kaynağı olan zorbalığın aleyhtarıyız. Eğer genç Türkiye Cumhuriyeti ve muhterem yöneticileri, Türk ve Kürtler’in bir arada yaşamasını gerçekten istiyor ve Kürtlüğün kudretinden yararlanmayı ve Türklüğün varlığını sağlamlaştırmak ve Kürt milletini kazanmayı hedefliyorsa, tek çözüm yolu ve ilaç 20. yüzyıl uygarlığının ulus ve özgürlük prensiplerine saygı ve uyma ile Kürtler’in yaşam hakkını kabullenmek ve bu suretle Avrupalılar’a, dost ve düşmana karşı olgunluğunu ve siyasi yeterliğini göstermektir.(..) Aksi takdirde mevcut politikanın devam ettirilmesinde ısrar edilirse Kurdistan veya Şarki Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönüşecektir…” (Kürt Aydınlanma Hareketi’nin Özgürlük Örgütü XOYBUN’un Lozan sonrası yürüttüğü diplomatik girişimlerin belgesel öyküsü için bkz. M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm; Özge Yay. Ank.1999 ve Ateş- Kan- Barut Günlerinde Kürt Diplomasisi/ Xoybun Broşürlerinin Sunduğu Gerçekler; Özge yay. Ank. 2021).