Katledilen, kaybedilen, kaçırılan Êzidîlerden daha kaçının inanılması güç yaşanmışlıkları vardır bilinmez… Ferman zamanında henüz çocuk olan Samar, yaşadığı vahşeti Jinnews’ten Rojbîn Deniz’e anlattı
Êzidîlerin kutsal toprakları Şengal’de halk, 3 Ağustos 2014 tarihinde tanıştı DAİŞ vahşeti ile… Ferman ile en çok da hedef olanların kadınlar ve çocuklar olduğu çokça yazıldı, çizildi, konuşuldu. Çocukların gözünden IŞİD saldırılarının öncesi ve sonrasına kulak verdiğimiz Samar’ın hikayesinde, ilk bölümde Samar ve akranlarının çocuk algısıyla IŞİD’i nasıl tasvir ettiklerini, IŞİD’le ilk karşılaşmalarını dinledik. Saldırı döneminde henüz 10 yaşında olan Samar’ın dayısının kızı ve en yakın arkadaşı 8 yaşındaki Necva ile dayısının oğulları 4 yaşındaki Rıdvan, 6 yaşındaki Fuat, ferman günü DAİŞ tarafından kaçırıldı. Jinnews’ten Rojbîn Deniz’in hazırladığı 5 bölümlük dosyanın üç bölümü birlikte veriyoruz. Şimdi cehennemi yaşayan Samar’ı dinliyoruz…
Dedem ve amcaoğlumu öldürdüler
“Bizi taşıyan araç hem hızlı hem de çok ağır gidiyordu. Yaşadığımız korku nöbetinde ilerlerken, biz mi yoksa bizi taşıyan araç mı ağırdı bilmiyorum ama sanki yol hiç bitmeyecek gibiydi. Yaşadıklarımızın hızlılığı da bizi resmen uçuruyordu. Bizi Şengal’deki Şebabi kontrol noktasına götürdüler. Bir süre öyle orada beklettiler. Saat gece 24.00’dı. Dedem ve amcaoğlumu araçtan indirdikleri gibi, bizden ileriye bırakmışlardı. En çok da dedemin yanına gitmek istiyordum. Onun insana güven veren bir yanı vardı. Cesaretliydi benim dedem. Onların etrafında birkaç DAİŞ’li durmuştu, sonra biri onlara işaret verdi. O işaretle dedemi ve amcaoğlumu bizim ilerimize, küçük çukurluk olan bir yere götürdüler ve götürdükleri gibi iki el silah sesi geldi. Her şey o kadar hızlı ve ani gelişti ki ne olduğunu hiçbirimiz anlayamadık. İkisini orada vurdular. Öyle gözümüzün önünde, yere düşen bedenlerini görmedik belki ama hemen yanı başımızda vuruldular. Dedem o yol boyunca bizi kurtarmak için çok çabalamıştı. Onun orada hemen yanı başımızda vurulması, beni hem çok etkiledi hem de bu duruma içten içe çok öfkelendim. Nenem donmuş gibiydi. Dedem yoktu ve bundan sonra bizi koruma sorumluluğu ona düşüyordu.
İlk kurtuluş denemesi
Gece saat 24.00’ten sonra bir otobüs geldi, içinde Êzidî gençler, aileler vardı ve otobüsün şoförü DAİŞ’liydi. Bizi de o otobüse bindirdiler. Dedemin yerine geçen neneme bir biçimde tutunmuştuk. Yengem yaşananları algılamakta zorlanıyordu. Hamileydi ve sürekli ağlıyordu, dayım uzaktan ona bakabiliyordu. Erkekleri bize çok yanaştırmıyorlardı. Ben ve Necva da sımsıkı birbirimize sarılmıştık. Bizi ite kaka otobüse koydular ve Baduş Hapishanesi’ne götürdüler. Kaçırdıkları bütün Êzidîleri orada tutuyorlardı. Sayımız çoktu. Hatta ilk gittiğimizde içeride bizim için yer yoktu. Onun için bizi kapının eşiğine oturttular. Kadınların ve erkeklerin bölümü ayrıydı. Bizim oturduğumuz yerde bir küçük delik vardı ve biz o delikten erkeklerin tutulduğu zindanı görüyorduk. O zindanda binlerce Êzidî erkeği vardı ve onların çoğunluğu gençti. Yaş olarak büyük olan erkekleri katlediyorlardı. Kaldığımız zindanda iki Êzidî kızı kaçtı. Onların kaçtığını gördük. Hatta içimden dua ettim ve ‘Umarım başarırlar’ dedim. Zindanın bahçesinden çıkıp epey bir mesafe uzaklaşmışlardı ki uçaklar geldi ve onların gittiği yöne vurmaya başladı. Uçakların vurmasıyla ciddi bir panik oldu ve herkes daha çok korktu. Kısa bir sürede bir sürü araç getirdiler ve bizi araçlara doldurup oradan çıkarttılar.
Ağıtlar birbirine karıştı
Erkekleri bizden önce çıkarttılar ve nereye götürdüklerini bilmiyorduk. Onları götürürlerken çığlıklar koptu. Erkeklerin sesli ağladıklarını ve ağıtlar yaktıklarını ilk defa gördüm. Bu beni çok etkilemişti. Tüm kadınlar da buna eşlik etti. O gün o zindanda kopan çığlıklar belki de Irak’ın her yerinde duyulmuştur. Onların hepsini götürdükten sonra sıra bize geldi. Bizi de aynı biçimde otobüslere doldurup götürdüler. Bu kez de Tilafer’de bir okula götürdüler. Okula gittiğimizde baktık ki okulda da zindanda tutulduğu kadar insan vardı. Sayımız o kadar çoktu ki ne kadar olduğunu kestiremiyordum. Zaten sayacak kadar saymayı da bilmiyordum. Tüm Şengal halkı orada sandım. İçimden, ‘Biz ne kadar çokmuşuz’ diyordum. İlk defa bu kadar insanı bir arada görüyordum. Aslında hepimiz aynı duyguyu yaşıyorduk. Çünkü kendi köyümüz ve yakın köyler dışında hiçbir yeri görmemiştik ve ben Êzidîlerin ne kadar olduğunu da bilmiyordum. Onun için bana sanki tüm Êzidîleri burada toplamışlar gibi geliyordu.
Giden geri gelmiyordu
Herkes sadece ağlıyordu. Kadınların gözleri yaşlıydı. Ben de günlerce hep ağladım. Annemi çok özlemiştim. Onun yokluğunu çok hissediyordum. Onun için nenemi hiç bırakmıyordum. Bizi orada öldüreceklerini düşünüyorduk. Her giden bir daha dönmüyordu ve kime ne olduğunu bilmiyorduk. Biz her gidenin öldürüldüğünü düşünüyorduk. Ben, ‘Allah’ım ölmeden bir kez daha annemi göreyim. Ne olursun Allah’ım onu çok özledim’ diye sürekli dua ediyordum. Günde belki binlerce kez dua ederdim. İçimdeki ses duaya durmuştu. Nenem ‘Eğer insan çok dua ederse Allah onun dualarını kabul edermiş’ derdi. Ben de o çocuk yaşımla buna inanmıştım. Benim gibi bir sürü çocuk vardı ve birçoğu da benim gibi anne ve babalarından ayrılmışlardı.
Nenem beni onlara bırakmaz
Tilafer’de anne ve babası olmayan çocukları topluyorlardı ve Suriye’ye götüreceklerini söylüyorlardı. Sonra birden arkadan bir DAİŞ’li, benim örüğümden tutup beni arkadan çekti. Beni sürükleyerek otobüsün kapısına kadar götürdü. Nenem arkadan koştu ve saçımdan tutan DAİŞ’linin ayaklarına kapandı. ‘O benim kızım ve o hala çok küçük, onu götürmeyin’ diye yalvardı. Nenem durumu anlamıştı ve benim kulağıma fısıldayarak ‘Eğer sorarlarsa ben onun kızıyım diyeceksin’ demişti. Nenem o DAİŞ’linin ayaklarına kapaklanmış ve hala yalvarıyordu ki bir başka DAİŞ’li geldi ve diğerine işaret yaptı ve ‘Bırak kızı annesinin yanında kalsın’ dedi. O çete o zaman benim örüğümü bıraktı ve nenem bana sıkıca sarılıp, beni yanında tekrar içeri götürdü. O esnada beni tutan DAİŞ’li arkamdan bağırdı. ‘Bir gün mutlaka gelip seni kendime götüreceğim’ dedi. Onun o bağırışı ve söyledikleri beni çok korkuttu ama nenemin başarısı bana güven vermişti. ‘Nenem beni onlara bırakmaz, sırtım sağlam’ dedim kendi kendime.
‘Allah’ın bize hediyesi’ diyerek kadınları götürdüler
Topladıkları çocukların büyük bölümünü götürdüler. Biz geride kalanları da başka bir okula naklettiler. Bizi götürdükleri yeni okulda Koço köyünden pek çok insan vardı. Her götürüldüğümüz yerde çok fazla yeni insan görüyordum. Sanki Tilafer ve Musul’daki okul ve zindanları Êzidîlerle doldurmuşlardı. Yeni geldiğimiz okulda Koço köyünden olan kadınları arıyorlardı. İçeri girip, ‘Koço köyünden olanlar kalksın’ diye bağırıyorlardı. ‘Koçolu kadınlar çok güzel, biz onları istiyoruz. Onlar bize Allah’ın hediyesi, onları almamız gerek’ diyorlardı. Okulda Koçolu olan kadınlar ve kız çocuklar kendilerini saklıyorlardı ve Koçolu olduklarını söylemiyorlardı. Ama ona rağmen o DAİŞ’liler birçoğunu tanıyor gibi gidip tek tek saklandıkları yerden onları alıyorlardı ve biz Koçolu değiliz diyenlere de ‘Siz yalan söylüyorsunuz’ diyerek zorla onları alıyorlardı. Hepsini daha önce tanıyor gibiydiler ya da bir biçimde tespit etmişlerdi. Çünkü bulunduğumuz yerde pek çok Êzidî kadın vardı. O kadar kadın arasında Koçolu kadınları öyle bulmak kolay değildi ama onlar buluyordu. O kadınların yüzlerinde de bir farklılık yoktu her Êzidî kadın gibi uzun saçlı ve kumral tenliydiler. Koyun seçer gibi tek tek Koçolu kızları seçip götürdüler. Çoğunu saçlarından sürükleyerek götürdüler.
Hepimiz sonumuzu bekliyorduk
Bizi son getirildiğimiz okuldan da çıkardılar ve Qizilqiyo adında Tilafer’e bağlı bir köye götürdüler. ‘Her aile bir eve yerleşsin, erkekleri de getireceğiz burada kalacaksınız’ dediler. Bizi kandırdıklarını sandık ki öyle de oldu. Erkekleri getirmediler. Ben nenem, yengem ve 3 çocuğu birlikteydik. Bir hafta kaldıktan sonra tekrar gelip bizi aldılar. Sürekli yerimizi değiştiriyorlardı. Hepimiz umudumuzu kaybetmiştik ve bir daha geri dönemeyeceğimizi düşünüyorduk ama işte sonumuzun nerede olacağını kestiremiyorduk ve açıkçası hepimiz sonumuzu bekliyorduk. Nenem ağlayıp bana sarılırdı. ‘Keşke sen yanımıza gelmeseydin ve annenden ayrılmasaydın. Bizim hayatımız karardı ve senin de bizimle birlikte karardı’ diyordu.
Sandıklara saklanıyorduk
Sonra bizi Qizilqiyo’dan Helxidra köyüne götürdüler. DAİŞ sürekli ailelerin içinde kızları arıyordu. Ben ve dayımın kızı yüzümüze is sürüyorduk, saçlarımızı dağıtıyorduk ve erkek elbisesi giyiyorduk. Bizim kaldığımız evde sandıklar vardı, o sandıklara giriyorduk, bütün gün o sandıklarda kalıyorduk. DAİŞ’liler eve geliyorlardı, bakınıyorlardı ve kız görmeyince çıkıp gidiyorlardı. Sabah saat 4’ten gece saat 12’ye kadar o sandıklardan hiç çıkmıyorduk. Yemiyor, içmiyor, tuvalete gitmiyorduk ve hatta öyleydi ki hareket bile etmiyorduk. Bazen yer değiştiriyorduk, örneğin bir gün sandıkta kalmışsak ertesi gün sandıkta kalmıyorduk. Bir sonraki gün buzdolabı, derin dondurucu bizi saklayabilecek ne varsa içine giriyorduk.
Herkes kızlarını saklıyordu
Bizi bıraktıkları evlerde, eskiden insanlar kalmıştı yani sanki Şiilerin köyleriydi ve onlar da DAİŞ geldikten sonra kaçmışlardı. Evlerde hemen her şey vardı. Girip saklandığımız yerlerde bazen nefes bile alamıyorduk. Boğulacak gibi oluyorduk. Kontrol saatleri belli olmadığı için biz tedbir olarak sabah erken saatlerde saklanmaya başlıyorduk. Kendimizi o kadar çok kirletiyorduk ki bazen nenem onlar bile yanımızda duramıyordu. O yöntemle bir süre kendimizi koruduk. Sonra tekrar yerimizi değiştirdiler. Hepimizi büyük bir eve götürdüler. Oraya toplanan bütün aileler aynı yöntemle kızlarını saklamışlardı. Birbirlerine yöntemlerini anlatıyorlardı.
Nenemi aldılar…
Bir gün bir emirleri geldi, yanındaki DAİŞ’lilere talimat verdi ve ‘Aralarında kızları arayın, saklanmış olmasınlar’ dedi. Anladık ki onlar da bizim saklandığımızı fark etmişlerdi. Çok aradılar ancak o zaman da kimseyi bulamadılar. Bizi oradan da Kesil Mihrap köyüne götürdüler. Yine aynı yöntemle bizi evlere dağıttılar ve etrafımıza DAİŞ’lilerden bir duvar yaptılar. Yine ev ev gezerek kadınları topluyorlardı ama bu kez genç kızlar değil yaşlı kadınları topladılar. Benim nenemi aldılar ve eve göndereceklerini söylediler. Biz de nenemin arkasından gittik ve ‘En azından küçük çocukları da beraberinde götürsünler’ dedik, almadılar. Aslında o zaman bize söylenene inanmıştık ya da inanmak istemiştik. Öyle durumlarda en kötü ihtimale bile inanıyorsun, ‘ya olursa’ diyorsun. Arkalarından gittiğimizi görünce bize dönüp, ‘Sizi de öldüreceğiz’ dediler…
Yengem çığlıklarla, çocuklarının ellerini bırakmıyordu
Nenemi götürdüler. Nenem bizim için çok önemliydi ve bize güç veren, koruyan kişiydi. Onun yokluğu bizi çok etkiledi. Yengemle kaldık. Yengem de hamileydi ve durumu çok iyi değildi. Bizi bir süre o köyde bıraktılar. Bizim kaldığımız evde bir televizyon vardı. Komşularımız kanalları yapmıştı ve bize de verdiler. Onların kanalını izliyorduk. Kanallarında gruplar halinde insanları bıraktıklarını gösteriyorlardı. Bu bizi çok sevindirdi. Böylece nenemin fidye karşılığında bırakıldığını anladık. Kendi kendime, ‘Vicdanlı davrandılar’ dedim. Bu bize biraz umut oldu. Ertesi gün gelip yengemi ve kaldığımız köydeki tüm kadınları toplayıp götürdüler. Yengemi Reqa’ya götüreceklerini söylediler ve alıp gittiler. Yengem hala dönmedi. Yengem gençti, üç çocuğu ve aynı zamanda karnında bir çocuğu vardı. Onu götürdüklerinde çocukları çok ağladı. Annelerinin, gözlerinin önünde götürülmesi onlara ağır geldi. Yengem çığlıklarla, çocuklarının ellerini bırakmıyordu. Götürülen tüm kadınlar feryat figan ağlıyor, geride bıraktıkları çocuklarının kokularını içlerine çekiyorlardı. O gün hepimiz çok ağladık. Yengemin küçük çocukları saatlerce hıçkıra hıçkıra ağladı.
Çocukların gözü önünde yaşıtları katledilir
Biz, arkada kalan çocukların hepsini, kadınlar götürüldükten sonra toplayıp götürdüler. Bizi Tilafer’in kırmızı okuluna götürdüler. Okulun adı Heyil Wahid’di. Biz çocukları bir yıl orada tuttular. Bize o okulda eğitim veriyorlardı. Bize Kuran’ı öğrettiler, namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur hepsini zorla öğrettiler. Bize Müslümanlığı öğreterek bizi Müslüman yapıyorlardı. İçimizde çok küçük çocuklar da vardı ve o çocukların çoğu Ezdalık nedir bilmiyorlardı. Ben de çok bilmiyordum ama en azından Êzidî olduğumu biliyordum. Nenem bizi sürekli tembihleyip, ‘Ne olursa olsun inancınızı bırakmayacaksınız. Onların söylediğini sizi öldürmesinler diye yapın ama yüreğinizin değişmesine izin vermeyin’ diyordu. Ben o eğitimler boyunca nenemin o nasihatini hiç unutmadım. Bazı çocuklar ‘Ben Müslüman değilim, senin dediğini yapmam’ dediğinde, onu orada vuruyorlardı. Bir kere bizim gözümüzün önünde bir çocuğu vurdular, çocuk yere düştü ve oracıkta can verdi. Hepimiz çok korktuk. Aslında o güne kadar hepimizin gözleri önünde vurulan bir sürü insan olmuştu ve biz de buna alışıyorduk. Ama yine o okulda gözümüzün önünde bir çocuğun vurulması çok acıydı. Ondan sonra bize ne söyleseler yapıyorduk.
Katlettikleri çocukların videosu izletiliyordu
Öldürdükleri her çocuğun videosunu çekiyorlardı. Okulda büyük bir televizyon vardı ve hepimizi o ekranın karşısında toplayıp, o videoyu izletiyorlardı. Neyin ne olduğunu bilmiyorduk ama o görüntüler ürkütücüydü ve bunu bizi korkutmak için yapıyorlardı. Ramazan ayı geldiğinde bize, ‘Hepiniz oruç tutacaksınız’ dediler. Biz de ‘Bizim orada 3 gün oruç tutuyorlar ve biz onları bile tutmadık, 30 taneyi nasıl tutacağız’ dedik. Bize, ‘Hepiniz tutacaksınız buna mecbursunuz’ dediler. Ertesi gün, gün boyunca bize yemek vermediler. Zaten normalde bize pek yemek vermiyorlardı. Aslında hep oruçluyduk. Orada bizimle ilgilenen birçok DAİŞ’li kadın vardı. O gün yani Ramazan’ın ilk günü, bize yemeği Ayşa ve Fatma adındaki DAİŞ’li kadınlar getirdi. Bir tepsi dolusu dolma getirdiler. Hepimiz çok aç olduğumuz için yemeğe koştuk. Ramazan dışında da bize çok fazla yemek ve su vermezlerdi. Bazen öyle oluyor ki haftada bir yemek veriyorlardı. O açlıkta bize getirilen dolmalar çok güzel görünüyorlardı. 100’den fazla çocuktuk ve hepimiz o yemeği yedik. Yemekten sonra hepimiz fenalaştık. Meğer yemeğin içine zehir koymuşlar. Çocukların yarısı öldü. Ben de çok yedim. Hepimiz bayılmıştık. Sonra bizi hastaneye kaldırdılar. Bize bakan DAİŞ’li kadınların bir bölümü, ‘Bunlar kafirlerin çocuklarıdır, Ramazan ayında öldürürsek cennete gideriz’ düşüncesiyle bizi öldürmek istemişti. Sonuçta yarıdan fazla çocuk öldü. Biz kurtulanları sonra okula geri getirdiler.
Saçlarımızı kestik, bizi götürmemelerini sağladık
Reqa’dan bazı DAİŞ’liler gelmişti ve yanlarında küçük kızları götürmek istiyorlardı. 9 ve 15 yaş arası kızları almak için bir sürü para veriyorlardı. Necva ile bir plan yaptık ve bir biçimde saçlarımızı kesip, kendimizi erkeklere benzetecektik. Bunun için gidip mutfaktan bir bıçak almamız gerekiyordu. Necva her zaman benden daha cesaretli ve girişkendi. Planımız, mutfağa bakan kadını ben konuşmaya tutacaktım, Necva da arkadan mutfaktan bıçağı çalacaktı. Neyse ki başarılı olmuştuk ve bıçağı alabilmiştik. Hamama kendimizi kapattık ve orada saçlarımızı kestik. Orada kalan DAİŞ’liler de sürekli değişiyordu, onun için kimse saçlarımızı kestiğimizi fark etmedi. Erkek elbiselerini de giyerek erkek çocuklarına benzemiştik. Ben ve Necva’nın planları bitmemişti. Deli rolü yapacaktık ve Reqa’dan gelen DAİŞ’lilerin bizi götürmemelerini sağlayacaktık. Özellikle DAİŞ’liler geldiğinde tam deli gibi oluyorduk. Reqa’dan gelen DAİŞ’liler bazı çocukları seçtiler ve götürdüler. Bizi seçmediler hatta bakmadılar bile.
Necva’yı aldılar…
Beni genelde ismimden kaynaklı seviyorlardı. Benim adımı değiştirmediler ve ‘Samar Arapça bir isimdir’ dediler. Necva’nın adını değiştirip, Fatma koymuşlardı. Ona Fatıma diyorlardı. Bir gün bizi DAİŞ’lilere vermek için kura çekileceği söylendi. O kura listesinde ben ve Necva’nın da isimleri vardı. Çünkü o liste, biz biçimimizi değiştirmeden önce yapılmıştı. Öldürmek, hizmetçilik, cariyelik için kuralar çekilecekti. Kuralar DAİŞ’lilerin isimlerine göre yapılıyordu. DAİŞ’liler gelip kendileri kura çekiyordu. Necva’nın ismi çıktı ama onun isminin ne için çıktığını bilmiyorum. Tahminimce hizmetçilikti. İsmi ne için çıkmışsa o DAİŞ’li onu uygulayacaktı.
Yapayalnız kalmıştım
Til Binat’ta okula giderken, tembelliğimi aşıp çalışkan bir çocuk olduğumda, babam bana hediye olarak bir takım küpe almıştı. O küpeler ferman olduğu zaman kulağımdaydı. DAİŞ’lilerin vahşetini görünce gizlice kulaklarımdan çıkartıp saklamıştım. Necva giderken arkasından koşarak gitmek istedim ve bir DAİŞ’li bana çok sert bir biçimde vurdu. O esnada elimdeki küpenin bir teki yere düştü. Diğer elimde bir peçete parçası vardı. DAİŞ’liler o küpenin düşen tekini fark etmeden, hızlı bir hareketle, peçete parçasının içine alarak, Necva’nın arkasından koştum ve omuzu üzerinden eline, kimsenin fark etmeyeceği bir şekilde bıraktım. Sadece kısa bir süreliğine göz göze geldik. Ona hızlı bir şekilde, ‘Bu sende kalsın’ dedim. Ona sarılmak istedim ama birden arkamdan beni geriye çeken bir el hissettim. Boylu boyunca yerdeydim. Necva’yı götürdüler. Daha önce dayımın diğer çocuklarını da götürmüşlerdi ve şimdi Necva’yı da götürünce tek kalmıştım. Necva’yı götürdüklerinde çöktüm, yapayalnız kalmıştım. Bundan sonra onsuz nasıl olacaktı bilmiyordum.
Gittiği evde Türkçe konuşuluyor
İki gün geçmedi, dayımın en küçük oğlunu Rıdvan’ı geri getirdiler. Çok korkmuştu, tir tir titriyordu. Ona bir şeyler yapmışlardı ve hiç konuşmuyordu. Üzerindeki kıyafetler çok kirliydi, üzerini değiştirdim ve bedeninde morlukları gördüm. Küçük çocukların dişlerini söküp kulaklarına takıyorlardı. Ona da öyle yapmışlardı. Onu uyutmak için yere uzattım, tam o esnada oranın DAİŞ emiri olan Ebu Ayşa, arkamdan saçlarımı tutup, arkasından sürükleyerek arabasına bindirdi. Beni evine götürdü. Beni götürdüğü ev Türkçe konuşuyordu. Bana ‘Sen de Türkçe konuşmayı öğreneceksin, mecbursun. Sana bir kimlik yapacağız, sen de bu evin çocuğu gibi olacaksın’ diyorlardı. Beni esas olarak evine hizmetçi olarak almıştı. Beni evine götüren Ebu Ayşa, Tilafer’in DAİŞ emiriydi ve bir eli yoktu. Gerçek ismi Hisen Ehmed’di. DAİŞ’e gelmeden önce Musul’da yaşıyormuş. Tilafer Türkmenlerindendi ve Türkçeyi çok iyi konuşuyordu. Bir Türk gibi konuşuyordu, belli ki orada çok kalmıştı. Onun evinde herkes bir tek Türkçe konuşuyordu hatta Arapça konuşulduğunda kızıyordu. Bana da Türkçe konuşmam gerektiğini söyledi. Evliydi, çocukları vardı. Kızı Ayşe, oğulları Ali ve Mumin olmak üzere toplam üç çocuğu vardı.
Hücrede tutuldum
Ailenin geneli bana çok kötü davranıyordu. Bana bir hücre vermişlerdi. Dar ve hiç ışık görmeyen bir yerdi. Sadece dışarıdan içeriye küçük bir delikten ışık sızıyordu. O hücrede beni kaçmayayım diye zincirliyorlardı. Hizmetçilik işi bittikten sonra beni zincirliyorlardı. Bir süre sonra onlar gelmezse de ben kendimi zincirliyordum. Kontrol ediyorlardı, eğer kendimi zincirlememişsem bana işkence yapıyorlardı. Yerde betonda yatıyordum. Haftada bir bana yemek veriyorlardı ve o da kuru ekmekti. Hayvanların önüne attıkları yemek artıklarını bile bana vermiyorlardı. Ben bazen farelerin mutfaktan kendileri için kaçırıp getirdikleri yiyecekleri alıyordum. O evde bir tek fareler bana dosttu, arkadaştı.
11 yaşındaydım ama bir çocuk değildim
Ebu Ayşa çetesinin eşi de onun kadar kötüydü. Onun amca kızıydı. İkisi de bana zulmediyordu. Aralıksız ev işleri yaptırıyorlardı ve bunu da işkence gibi yapıyorlardı. Kışın soğuğunda bana halıları yıkatıyorlardı. Her gün 3 katlı evlerinin her köşesini bana temizletiyorlardı. Eşi bana işkence çektirmek için alt kattan üst kata blok taşıtıyordu. Blokları yukarı götürüyordum ve bana ‘Tekrar aşağıya indir’ diyordu. Ben 11 yaşıma basmıştım ama artık bir çocuk değildim, büyümüştüm. Hayatımda yapmadığım tüm işleri bana yaptırdılar. Beş dakika bile oturmama izin vermiyorlardı. Evden çıkmam yasaktı. Yıkanmama izin vermiyorlardı, ayda bir bazen izin veriyorlardı. Bir tek üstümdeki siyah elbise vardı ve sürekli örtülüydüm. Yani yüzüm ve ellerim hiç görünmemeliydi. Kendi kendimle sürekli konuşuyordum. Zaten çalışmaktan parmaklarımın uçları hep patlamıştı, onların acısı bana yetiyordu. Çocukları her ağladığında, bunun sorumlusu olarak beni görüyorlardı. Çocukları küçüktü, en büyüğü 8 yaşındaydı. O evde tam bir yılım dolduğu zamanlardı ve o DAİŞ’li kadının bir oğlu oldu. Çocuğu bana verdiler ve ‘Sen onu büyüteceksin’ dediler. Çocuklara nasıl bakılır bilmiyordum. Benim kaldığım o hücreye çocuğu bıraktılar ve çocuğa orada bakmamı söylediler. O kadının bana çocuğunu vermesine hiç anlam vermedim. Bana güvenmiyorlardı ama ona rağmen çocuklarını bana bıraktılar. Ona baktım. O küçük hücrede bana arkadaşlık yapıyordu.
Her gün işkence
Ebu Ayşa Tilafer’in DAİŞ emiri olduğu için, onun emrinde bir süre DAİŞ’li vardı ve her şeyin talimatını o veriyordu. DAİŞ’liler kafir olarak adlandırdıklarını Ebu Ayşa’nın huzuruna çıkartır, onun yoluna kurban yaparlardı. Her sabah Ebu Ayşa’nın kapısına bir insan getiriyorlardı ve orada kurban gibi kesiliyordu. Önce bunu uzaktan izledim, aslında korkunçluğundan izleyemedim. Çünkü vahşetti, aklım almıyordu. Bir süre sonra Ebu Ayşa her sabah insan kafaları kesildiğinde beni çağırıyordu. O manzarayı gördüğümde, vücudumun her yeri titreme nöbeti geçiriyordu. Getirdikleri kişilerin üzerinde turuncu renkte elbiseler vardı ve genelde gözleri kapalı oluyordu. İlk gördüğümde korkudan bayıldım ve sonra ayılınca kestiği kafayı elime verdi ve elime verdiği gibi tekrar bayıldım. Elimde o kafayı taşımak dünyanın en kötü duygusuydu, nasıl tarif edilir bilmiyorum. Ama ben o gördüklerimi hiç unutamıyordum, gece gündüz aklımdaydı. Bazen düşünmekten kafayı yiyecek gibi oluyordum. Gece rüyama giriyordu, uyuyamıyordum. Ebu Ayşa her sabah bunu yapıyordu. Getirdikleri insanların çoğunluğu Êzidî’ydi ama arada başka inançtan ve halktan insanlar da vardı. Kafası kesilen insanların korkuları ve hareketleri o kadar acıydı ki hangi inanç adına bu yapılıyordu bilmiyorum. Ezdalık inancının bu dünyaya verdiği anlam çok derin ve başta bir DAİŞ’li olmak üzere kimse bunu anlayamaz. Gördüklerim karşısında içimden, ‘Allah’ım iyi ki ben bir Êzidîyim ve benim inancımda insanları böyle parçalamak ve öldürmek yok’ diyordum. Müslümanlar da nasıl böyle vahşet dolu bir inancı, kendileri için kabul ediyorlardı anlamıyordum.
Leyla bileklerini kesti
Ebu Ayşa, bazen Êzidî kızlarını benim yanıma getiriyordu. Kurtarılmayı bekleyen kızlardı. Bir gün bir kız getirdiler, ismi Leyla’ydı. Küçük bir kızdı ve onu satmak için getirmişlerdi. Leyla hamamda bileklerini kesti. Gelip onu götürdüler. Onu nereye götürdüklerini, ona ne yaptıklarını merak ediyordum ama hiç öğrenemedim.
Zulamızda sakladığımız gülüşlerimiz
Musul ve Tilafer’in üstünde bazen uçaklar geziyordu. Uçaklar gelince çok korkuyordum. Genelde uçaklar gelince ev değiştiriyorduk. Sonra bir gün uçaklar Ebu Ayşa’nın evinin yakınını vurdu. Karın boşluğuma bir taş değdi. Uçaklar geldiğinde öncelikle gidip onların çocuklarını kurtarıyordum. Onların çocuklarına bir şey olursa, dayımın kızı Necva ve dayımın oğullarına bir şey yapacaklarını düşünüyordum. Zaten her defasında, ‘eğer çocuklarımıza bir şey olursa sen ve akrabalarının hepsini vuracağız’ diyorlardı. Dayımın oğlu Rıdvan’ın bir dişini söküp kulağına soktular, Fuat’ın da parmaklarını kesmek istediler. Bunları bana hem söylüyor hem de gösteriyorlardı. Bir gün Ebu Ayşa geldi, ‘Hazırlan seni Fatima’nın yanına götüreceğim’ dedi. Beni Necva’nın yanına götürdü ve iki gün onun yanında kaldım. Necva benden küçüktü. DAİŞ’in eline geçtiğinde 8 yaşındaydı. Onu gördüğümde o 10 yaşında, ben 12 yaşındaydım. O çok güzel bir kızdı ve tüm DAİŞ’liler onu almak için yarışa giriyordu. Onu gördüğüme çok sevinmiştim. Onun da durumu benimki gibiydi. O da bir evde hizmetçiydi. Birbirimizi gördüğümüzde birbirimizin haline bakıp gülüyorduk. Acının yanında gülmek ikimize de iyi geliyordu. Saçlarımızın haline, yüzümüze ve büyüdüğümüzü birbirimize itiraf ettiğimizde gülüyorduk. Ağlamaktan göz pınarlarımız kurumuştu ve zulamızda sakladığımız gülüşlerimizi birbirimize veriyorduk.
Çocukluğumuzu bizden aldılar
Necva ile uzun konuştuk. Çocukluğumuzu hatırladık. Çobanlık günlerimizi, okula birlikte gidişimizi ve okulda topladığımız anılarımızı anlattık. İkimiz de annelerimize ne olduğunu bilmiyorduk. Annelerimize olan özlemimizi birbirimize anlatıp gözyaşı döktük. DAİŞ çocukluğumuzu bizden aldı. Bence bir insanın en güzel yanı onun çocukluğudur. Hayatımızın en güzel dönemlerini bizden aldılar. İki gün Necva’nın yanında kalmak hem bana hem de Necva’ya iyi gelmişti.
DAİŞ’li Samar’ı tanıyor
İkinci günün sonunda, Ebu Ayşa gelip tekrar beni cehenneme götürdü. Beni Necva’nın yanına niçin götürdüklerini anlamadım. Oturmama bir dakika bile izin vermeyen o vahşi insanların böyle bir şeyi yapmalarının nedenini bilmiyordum. Sonra Ebu Ayşa’nın evine döndüğümde evleri vurulmuştu ve başka bir eve geçmişlerdi. Beni de yeni evlerine götürdü. Uçaklar Ebu Ayşa’nın kardeşinin evini vurdu ve kardeşi öldü. Ebu Ayşa kardeşi için büyük bir yemek verdi. Yemeğe gelen kişilerin çoğunluğu DAİŞ’liydi. Çok sayıda çetelerdi. O gün çok korktum, beni öldüreceklerini sandım, düşüncelerim allak bullaktı, sürekli çalışıyordum. Kafamda beni öldürecekler düşüncesinin çoğaldığı bir an da Ebu Ayşa beni çağırdı. O çağırdığında yüreğim ağzımdan çıkacaktı. Bana, ‘Bize su getir’ dedi. Ben de içeri o DAİŞ’lilere su götürdüm. Onların arasında bir DAİŞ’li beni tanıdı. Necva ile kardeş olduğumuzu söylemiştim. Ebu Ayşa onun üzerine beni Necva’nın yanına götürmüştü ve ben bunu fark etmemiştim. İlk bizi aldıklarında bunu söylemiştim ve onlara söylediğim yalanı unutmuştum. Ama zaten Necva ile kardeş gibi büyüdük.
Zincir ve odunlarla işkence
Beni tanıyan DAİŞ’li öyle olmadığını biliyordu ve orada Necva ile kardeş değil dayı çocukları olduğumuzu söyledi. Benim Til Binatlı olduğumu ve kimin kızı olduğumu da biliyordu. Onlar gittikten sonra Ebu Ayşa eline bir zincir parçası alarak bana vurmaya başladı. Her sabah beni dövdükleri odun parçalarını da getirdi ve bana vurmaya başladı. ‘Bana gerçeği söyle’ dedi. Ben de bütün gerçeği söyledim. Sonra dayımın oğlu Fuat’ın yanına da gittiler ve ona da ‘Samar sizin neyiniz oluyor’ diye sordular. Fuat, ‘Teyzemin kızıdır’ demiş. Ebu Ayşa bana işkence yaptı ve sonrasında birçok şey…
Şengal’de yaşananları izliyorduk
Şengal ve köylerinin bir bölümünün özgürleştiğini duymuştum. Aslında Ebu Ayşa eşine söylerken duyuyordum. Kaybettiklerinde öfkeleniyordu ve ‘Bugün bu köyü de kaybettik’ diyordu. Tüm DAİŞ’liler bu duruma ateş püskürüyorlardı. Özellikle bir kadın gerilla bir DAİŞ’liyi öldürdüğünde çok öfkeleniyorlardı ve ölen o DAİŞ’linin çevresi bunun için çok üzülüyordu. ‘Kadınlar DAİŞ’lileri öldüremez bu bizim dinimize aykırı ve o ölen DAİŞ’li bunun için cehenneme gidecek’ diyorlardı ve buna ciddi ciddi inanıyorlardı. Gittikleri her yerin ve Şengal’de gerillalara karşı her saldırının görüntüsünü, çatışmaları da çekiyorlardı. Sonradan çektikleri videoları izliyorlardı ve beni de izlemek için çağırıyorlardı. Videolarda kadın savaşçıları gördüklerinde, ekranı kıracak kadar öfkeleniyorlardı. Ben gerillaları tanımıyordum ama bunları öfkelendiren her şeyin iyi olacağını düşünüyordum. Bir kadın savaşçı bir DAİŞ’liyi öldürünce ben buna içten içe çok seviniyordum. Fakat onlara yansıtmıyordum. Kadın savaşçıları görünce çok etkileniyordum. Kadınlar bunca yaşadıklarına karşı savaşmayı öğrendi. İlk defa silah taşıyan kadınları görüyordum ve o kadınlar benim topraklarımda, DAİŞ’e karşı savaşıyorlardı. Bu beni çok mutlu ediyordu. O görüntüleri izlerken ‘Bunlar kafir mi, bunlar nedir böyle bize karşı savaşıyorlar’ diyorlar, o öfkeyle gruplar halinde Şengal’e savaşa gidiyorlardı. Her yerden DAİŞ’e katılanlar vardı. Ebu Ayşa’nın komşuları İngilizce konuşuyorlardı. Oradaki her DAİŞ’li az da olsa Türkçe biliyordu. Her yerden gelen DAİŞ’liler toplanıp, Şengal’e savaşmaya gidiyorlardı. Onların gidişini izlemek beni kahrediyordu. ‘Keşke onları öldürme gücüm olsaydı’ diyordum.”
KADIN SERVİSİ