Kemalizm, İslamcıları korkutan bütün pratiklerine rağmen bu sürekliliği sağlamayı başaran yegane tarihsel pratiktir. Türkiye’de İslamcılığın üzerinde hareket ettiği zemin, Abdülhamid’den Mustafa Kemal’e süreklilik taşıyan bir Sünni/Türk milli zeminidir
İslamcı siyasal kimliğin Kemalizmle olan travmatik ilişkisinin her 10 Kasım’da açığa çıkması artık bir gelenek haline gelmiş bulunuyor. Bu yıl başlıca iki talep öne sürüldü: Mevlüt/Kuran okutulması ve Anıtkabir’e mescit yapılması. Akit başta olmak üzere merkezileşmiş İslamcı medyanın hemen her kanadında görülen bu taleplerin gerekçesi şöyleydi: ‘Anıtkabir ziyaret edilebilir ama çelenk koymak, boru çalmak ölüye hitaben yazı yazıp okumak gibi ilme, akla ve dine aykırı ritüeller Müslüman bir toplumda olmaz.’
Yirmi yıllık iktidarlarına rağmen İslamcıların Kemalizmle hesaplaşma bahsinde gösterdikleri bu utangaçlık ve çekingenlik, genellikle korkunun ya da derin devlet fraksiyonlarıyla kurmuş oldukları ittifakların bir sonucu olarak yorumlanıyor. Bu, doğru olabilir, ama korkunun kaynağı olan Kemalist kurum, kadro ve yapıların, geçen yirmi yıl boyunca yerle yeksan edildiği koşullarda somut bir korkudan çok fobik nevrozdan söz etmenin daha doğru olduğu da söylenebilir.
O halde, siyasal İslamcı psişenin problemi, bir korkunun kaynağını aramaktan çok fobik davranış bozukluğunun nedenlerine odaklanılırsa anlaşılabilir duruma gelecektir. Bu çerçevede başlatılacak klinik bir çaba, meseleyi anlaşmazlıkların (modernleşme, laikleşme vb.) değil, kopulamayacak ortaklıkların üzerine yoğunlaştırdığında anlaşılır kılmaya başlayabilir. Bu ortaklıkların birinci ayağı Türk milliyetçiliğidir. İkinci ayak ise milletin tanımında Sünni İslam’ın temel yapı taşı olduğu üzerinde oluşmuş zımni kabuldür. Kemalizm, Abdülhamid’den ve İttihatçılardan devraldığı gayrımüslim milletleri ortadan kaldırma mücadelesini tamamlayarak oluşmuştur. Ardından, önce Türklük vurgusuna direnen Kürt kimliğine, sonra da Sünni Müslüman temel taşı karşısında öz-varlığını savunan Alevi kimliğine karşı yürüttüğü savaşlarla olgunlaşmıştır. Bu aşamaların hiçbirine siyasal İslamcılığın itirazı yoktur.
Siyasal İslam’ın ufku, her ne kadar son tahlilde bir ‘ümmetin birliği’ tahayyülüne dayanıyor olsa da, asıl kurucusu Türk milliyetçiliğidir. Bu milliyetçiliğin alameti farikası ise devlet-i âli’nin bekasıdır. Kemalizm, İslamcıları korkutan bütün pratiklerine rağmen bu sürekliliği sağlamayı başaran yegane tarihsel pratiktir. Türkiye’de İslamcılığın üzerinde hareket ettiği zemin, Abdülhamid’den Mustafa Kemal’e süreklilik taşıyan bir Sünni/Türk milli zeminidir. Bu zemin ayaklar altından çekildiğinde Kemalizmle birlikte kendilerinin de çökmek zorunda kalacaklarının bilinci, onların muhalifliğinin sınırlarını belirler.
Andrew Mango, Osmanlı döneminde halkın Abdülhamid’e ‘Baba Hamid’ biçiminde hitap ettiğini söylüyor. Halk arasında ‘devlet baba’ teriminin yaygın kullanımda olduğu bilinen bir veridir. Öyle görünüyor ki Mustafa Kemal, Soyadı Kanunu’nun çıktığı 1934 Haziranı ile aynı yılın Kasım ayı arasında tam beş ay, kendisine uygun bir soyadı düşünmüş. Sonuçta Atatürk soyadını alarak, kendisinin Türklerin atalarının soyunun temsilcisi olduğunu, modern zamanlarda Türklüğün kendisi ile başladığını ve kendisinin milletin babası olduğunu ilan etmiştir.
İşte sözü edilen zemin burada belirginleşmektedir. Siyasal İslamcılık, babanın ‘boru çalmak’ gibi kötülüklerine isyan ederken onun nihai otoritesinden korkmayı sürdürmektedir, çünkü kendi varoluş zemini o otorite tarafından serilmiştir. Bu durumda, kastrasyon fobisini de hayatına taşıyarak aile içi bir ergen oğul başkaldırısı ötesine geçmesi imkansızdır. Kolektif Oedipus kompleksi denilen şey tam da bu olsa gerekir.